Bolşevik Deneyim: Özgürlük ve Devrim – Red&Black Revolution Dergisi – Aileen O’Carroll

  Anarşizm, Rus Devrimi

Aşağıdaki makale, ilk olarak, İrlanda’daki Workers Solidarity Movement‘ın yayın organı “Red&Black Revolution“ın 1. sayısında Aileen O’Carroll imzasıyla yayınlandı.

Emma Goldman 1922 yılında şöyle yakınıyordu: “Sovyet Rusya, körlerin, sağır ve dilsizlerin dertlerine mucizevi bir derman bulacakları ümidiyle kendisine koştukları modern sosyalist Lourdes [–ÇN: Lourdes: Katoliklerin kutsal saydıkları, özellikle iyileşmez hastalıklarına mucizevi şifa bulacakları beklentisiyle ziyaret ettikleri Fransa’nın güneyindeki bir kasaba] haline geldi.” Rus Devrimi, onyıllar boyunca varolagelmiş devrimci fikirlerin gerçek yaşama geçirilebilmesi açısından ilk tarihsel fırsattı. Düne kadar teori olan şey, şimdi pratiğe dönüşüyordu. İki devrim anlayışı (devletçi-merkeziyetçi ve liberter-federalist) arasındaki mücadele, soyutlama düzeyinden çıkıp somut bir nitelik kazanıyordu.

Ekim devrimi, beraberinde temel bir soru getirmiştir: Kapitalizm yenilgiye uğratıldıktan sonra, komünizm nasıl gerçekleştirilecektir? Bu soruya ilişkin olarak anarşist hareketin kimi görünümlerinde bir dizi yanlış bulunabilir kuşkusuz; ne var ki, en azından, onun temel yaklaşımları yanlış olmakla eleştirilemez. Anarşistler, özgürlük ve demokrasinin varlığı mutlaka zorunlu olmayan ekstra unsurlar değil, komünizmin gelişebilmesi açısından varlığı zorunlu temel öğeler olduğunu sürekli olarak ileri sürmüşlerdir.

Sosyalizm Nedir?

Komünist toplum nasıl yaratılır? Bu sorunun yanıtı, bizim sosyalizm anlayışımızda yatıyor. Peki “sosyalizm” ile kast edilen şey nedir? Bunun klasik tanımı, “herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinim duyduğu kadar” özdeyişine uygun olarak işleyen toplum şeklinde. Anarşistler açısından, maddi eşitlik sosyalizmin yalnızca bir boyutu; anarşistler, sosyalizmin bunun kadar önemli bir diğer boyutunun daha olduğunu düşünüyorlar: özgürlük.

Dünya, bize, hepimizin maddi gereksinimlerini karşılamaya yetecek bir zenginlik sunuyor. Sosyalizm, bizi, ipotek, toprak ağası, giderek artan hayat pahalılığı ve bunun gibi gündelik yaşantımızda bizi boğan sayısız çoklukta irili ufaklı sıkıntıdan kurtarmayı amaçlar. Dahası, sosyalizm, bize kendi yaşantımız üzerinde kontrolü kendi elimize alma, kendi yazgımızı belirleme gücünü sunmalıdır.

Okul yıllarından çalışma yaşamına varıncaya kadar, bütün yaşantımız boyunca hep birilerinin emirlerine boyun eğmeye zorlanıyor, küçük bir çocuk ya da makinenin bir parçası gibi muamele görüyoruz. İnsanlar çok büyük potansiyellere sahip; ne var ki, bu potansiyellerin açığa çıkması ancak sosyalist bir toplumda mümkün olacak.

Dolayısıyla, sosyalizm, maddi eşitlik olduğu kadar, özgürlüğü de ilgilendiren bir olgu. Dahası, bunlardan birinin yokluğunda diğerinin varlığını ileri sürmek olanaksız. İktidar eşitsiz bir şekilde bölüştürüldüğü sürece, toplumun bir kesimi, beraberinde maddi avantajlar getiren ayrıcalıklara sahip olmayı sürdürecek. Toplum, nihai olarak, yine mülk sahibi olanlar ve olmayanlar şeklinde sınıflara bölünecek. Bunların yanısıra, ekonomiyi demokratik olmayan yollardan merkezi devlet aracılığıyla yönetme girişimleri, demokrasinin ve hesap verebilirliğin [accountability] yokluğunda karmaşık bir sistemi yönetmenin ve kontrol etmenin olanaksızlığını göstermiştir.

Devrim, bir dizi şeyi başarmak zorundadır. Egemen sınıfı yenilgiye uğratmalı, onun ekonomik ve siyasal egemenliğine son vermelidir. İşçi sınıfı, fabrikalardan, topluluklardan, okullardan üniversitelerden, gazetelere, televizyona, film stüdyolarına varıncaya kadar toplumsal yaşamın her alanında, nihai olarak kendisini etkileyecek kararları patronlara bırakmayıp kendisi almalıdır.

Bu, uğrunda mücadele etmeye değer bir toplumdur. Ne var ki, bu, azınlığın çoğunluk üzerinde diktatörlüğü aracılığıyla başarılabilecek bir toplum değildir. Rosa Luxemburg gibi bazı Marksistler bile bu gerçeği kabul etmişlerdir. Rosa Luxemburg şunu söylemiştir: “Sosyalist pratik, yüzyıllardır süren burjuva sınıfının yönetimi altında soysuzlaşmış yığınlar arasında köklü bir moral dönüşümü gerektirir. Bencil güdülerin yerine toplumsal güdüler, uyuşukluk ve idealizm yerine tüm sıkıntıların üstesinden gelen yığın insiyatifi, vs., vs. . . Yeniden doğuş için mümkün olan yegane yol, kamusal yaşam okulunun kendisi, olabilecek en geniş, en sınırsız demokrasi ve kamuoyudur. Moral çöküntüyü yaratan şey, terör yoluyla yönetimdir.”(01)

Şu halde, yanıt bekleyen sorular şunlardır: Devrim ne demektir? Kapitalizm yıkıldıktan sonra, toplum nasıl çekip çevrilecek? Fabrikaları kimler kontrol edecek, üretim nasıl idare edilecek? Nüfusun beslenmesi nasıl sağlanacak, ekonomi nasıl örgütlenecek? Ve nihayet: Devrim muhalif güçlere karşı nasıl savunulacak, varlığı nasıl güvence altına alınacak? Eğer komünizm bir gerçeklik haline gelecekse, bu soruların doyurucu yanıtlarının verilmesi gerekir.

1) Devrimi Yapacak ve Sürükleyecek Olanlar Kimlerdir?

25 Ekimi 26 Ekime bağlayan gece, Askeri Devrimci Komite (ADK), Petrograd Sovyeti (işçi konseyi)’nin direktifleri doğrultusunda, Kerenski kabinesinin oturum halinde bulunduğu Kışlık Sarayı’nın ele geçirilmesine giden karışık, tuhaf süreci başlattı. Böylece, Ekim Devrimi gerçekleşmiş oldu. Sovyet film yönetmeni Eisenstein’in filminde tasvir ettiği Kışlık Sarayı’nın fırtınalı ele geçiriliş sahnelerinin aksine, işgale karşı hiçbir direniş olmadı, yok denecek kadar az kan aktı. Sol Sosyalist Devrimcilerin (köylülüğe dayanan ve kısa bir süre Bolşeviklerin iktidarına koalisyon ortağı olan parti) lideri Sergei Mstislavskii, 26 Ekim sabahı uykudan nasıl uyanmış olduğunu şu ifadelerle aktarıyor: “kutlama amacıyla tüfeklerden havaya sıkılan neşeli mermi sesleri. . . ‘Kolları sıva şefim. Şehir barut kokuyor. .’ Gerçekte ise, şehrin barut koktuğu falan yoktu; iktidar yerde sahipsiz uzanmış duruyordu, isteyen eğilip alabilirdi. Kolları sıvamaya gerek yoktu hiç. Durup eğilmek ve onu yerden almak yeterliydi.”(02)

Bolşevik Efsane, Lenin’in mantık ve bilimsellik dolu liderliğindeki Bolşeviklerin engel üstüne engel aşarak devrime önderlik ettiklerini anlatır. Bunlar, nesnel koşulların kendilerini güç ama nihai olarak doğru kararlar almaya zorlamış olduğunu ileri sürerler. Devrime ilişkin olarak aşağıdakine benzer tanımlamalara sık sık rastlanılır:

Bolşevikler, kriz anı gelip çattığında, hükümetin tüm zorbalıklarına duydukları öfkeyi bir kenara bırakarak, dikkatlerini devrimi kurtarma görevi üzerinde yoğunlaştırdılar. Petrograd kapısı önlerinde kazanılan zafer, ülkenin dört bir yanında kitlelerin enerjisini harekete geçirdi. Köylüler toprak sahiplerine karşı ayaklandılar; merkezlerden uzak endüstri bölgelerinde Sovyetler iktidarı kendi ellerine geçirdiler. Belirleyici an yaklaşıyordu. Kritik soru şuydu: Karmakarışık, düzensiz bir seyir izleyen kitle hareketlerini doğru amaca giden yöne kanalize edebilecek bir güç var mıydı?(03)

Burada, Bolşeviklerin liderliği olmasaydı devrim olmazdı demeğe getiriliyor. Kitleler, yeni bir toplumu işletme yeteneğinden yoksunmuş gibi gösteriliyor. Leninizmin işçi sınıfının sadece ‘sendikal bilinç’ geliştirme kapasitesine sahip olduğunu ileri süren işçi sınıfı kavrayışında, sınıfın yeni bir toplum inşa etmedeki yaratıcı yeteneğine yer yok: “Aslında, Ekim Devrimi, Lenin liderliğindeki Bolşeviklerin keskin bir darbesi olarak görmek biraz güç; çünkü, bu, aylardır ülkenin her yerinde gelişen toplumsal devrimin bir ürünüydü. Ülkenin dört bir yanında kurulmuş olan işçi ve köylü komiteleri ve sovyetler, zaten Kerenski’nin ve burjuva geçici hükümetin elindeki iktidarın altını oymuş, onun bütün gücünü tüketmişti; yönetme iktidarını bütünüyle yitirmiş durumda olan hükümet, herhangi bir direniş göstermeden teslim oldu.”(04)

Burjuva Demokrasisi

Ekim Devrimi’nin ardından, İkinci Sovyetler Kongresi, Kurucu Hükümet seçimleri yapılıncaya kadar geçici bir hükümet (Sovnarkom) seçti. Söz konusu geçici hükümet, 3 Mart günü gösterişli bir şekilde bir Kurucu Meclis’in oluşturulması çağrısında bulundu. Bunu takiben yapılan seçimlerde, oyların çoğunluğunu Sosyalist Devrimciler Partisi topladı; Bolşevikler 707 sandalyeden sadece 175’ini kazanabildiler.

Anarşistlerin Bolşeviklerle ayrılığa düştükleri ilk olay, Bolşeviklerin Kurucu Meclis için seçim kararıdır. Bolşevikleri bu kararı almaya iten şey neydi, ve anarşistler buna neden karşı çıktılar?

Batı modeli parlamenter demokrasiyi ‘4 yıllığına diktatörlük’ olarak nitelendirmek daha yerinde olur. ‘Temsili demokrasi’ ile ‘doğrudan demokrasi’ arasındaki kritik fark şudur ki, bunlardan birincisinde seçmenler politika belirlemede söz sahibi değillerdir ve kendi temsilcilerini geri çağırma olanağından yoksun durumdadırlar. Bunun yerine, oy vermek suretiyle siyasal süreci bir şekilde kontrol ettikleri yanılsamasına sahiplerdir.

İktidar Sovyetlerin eline geçtiği zaman, Kurucu Meclis varlığı gereksiz bir kurum haline geldi. Bu durumda varlığı söz konusu olan şey, kontrolun nihayet egemen sınıfın elinden alındığı ve işçilerin ellerinde örgütlendiği bir ülkeydi. Bolşeviklerin yeni seçimler için çağrıda bulunma kararı ise geri bir adımı ifade ediyordu. Sosyalizm için savaşım açısından, kitlelerin üzerinde bir yerde duran Kurucu Meclis’in otoritesini desteklemek hiçbir anlam ifade etmiyordu. Anarşistlerin bundan kısa bir süre sonra söyledikleri gibi:

Anarşistler, Devrimi sürdürmek ve onu toplumsal bir devrime dönüştürmek açısından, esas olarak siyasal ve burjuva, hantal ve kısır, doğası gereği kendisini ‘toplumsal mücadelelerin üstünde’ bir yere yerleştiren, sadece kendi varlığını kaygı edinen ve tehlikeli uzlaşmalarla devrimi durduran ve hatta mümkün olduğunda onu bastıran bir kurum olacak böyle bir meclisin oluşturulması çağrısında hiçbir yarar görmediler. . . Dolayısıyla, Anarşistler, Kurucu Meclis’in yararsızlığını kitlelere göstermeye, eğer gerçekten bir toplumsal devrime girişmeyi istiyorlarsa, bu meclisin ötesine geçmek ve bunun yerine kendi ekonomik ve toplumsal örgütlenmelerini geçirmek zorunda olduklarını anlatmaya çalıştılar. . . .

Biz, aslında, bir toplumsal devrim zamanında işçiler açısından önemli olan şeyin, onların kendi yaşamlarını tepeden değil tabandan itibaren ve herhangi bir otoriter siyasal merkez olmaksızın bizzat örgütlemeleri olduğuna inanıyoruz.(05)

Parti

Anarşizm ile Leninist eğilim arasındaki başlıca ayrılıklardan biri, bunların iktidar ve kontrole yönelik yaklaşımları arasındaki farklılıktır. Bu iki eğilim, devrimin işçi sınıfı tarafından gerçekleştirilmesi gerektiği konusunda hemfikir olmalarına karşın, bundan sonra iktidarın kimin elinde olacağı konusunda birbirlerinden ayrılırlar. Leninistler, partinin, koruyucu bir baba gibi, işçi sınıfı adına toplum üzerinde kendi kontrolünü kurması gerektiğine inanırlar; işçi sınıfının çıkarlarının neler olduğuna parti karar verir. Buna karşılık, Anarşistler, toplumu işletmesi gereken gücün işçi sınıfının kendisi olduğuna inanırlar; işçiler, fabrika komitelerine ve sovyetlere benzer bir örgütler sistemi aracılığıyla, kararları aşağıdan yukarıya doğru alacak ve yaşama geçirecektir.

Leninistler, sık sık, partinin işçi sınıfının en iyi unsurlarından, onun öncü kesiminden oluştuğunu ileri sürerek bu fikre itiraz ederler. 1917 Ekimi sırasında Bolşevikler en büyük işçi sınıfı partisi konumundalardı; ancak, bu, onların savunduklarını öne sürdükleri tezlerin (“Bütün iktidar sovyetlere”, vb.) bir sonucuydu. Partinin dışında kalmış daha çok sayıda ileri işçi vardı ve ‘öncü’ ile parti özdeş şeyler değildi. Bunu takip eden yıllar içinde parti giderek artan oranda bürokratlardan oluşan bir parti konumuna geldiğinde, ileri işçiler sık sık muhalefette kaldılar. Dolayısıyla, Leninistlerin yanlışı, ‘öncü’yü tüm zamanlarda aynı kalmak üzere bir örgütsel yapı içinde dondurmaktır.

Leninistler ve Anarşistler, işçi sınıfı içindeki eğilimlerin pek çoğundan farklı olarak, toplumun nasıl işlediğine ilişkin olarak, pratik mücadelelere katılım aracılığıyla geliştirilmiş birer çözümlemeye sahip olduklarını söylerler. Ne var ki, anarşizm ve Leninizm, işçi sınıfının toplumu işletme yeteneği konusunda birbirlerinden ayrılırlar. İşçi sınıfının hangi düzeyde kendi devrimci potansiyelinin bilincinde olduğu konusunda farklı kanılara sahiplerdir. Anarşistler, işçi sınıfı kitlesini kendi fikirlerimize ikna etmenin mümkün olduğuna inanırlar. Buna karşılık, Lenin, işçilerin pek çoğunun ancak ‘sendikal bilinç’ geliştirmeye yetenekli olduğunu söylemiştir. Dolayısıyla, doğal olarak, Leninistler, işçi sınıfı ancak kendi kısa dönemli çıkarlarına duyarlı olduğu varsayımından hareketle, devrimin başarıya erişmesi için Leninistlerin iktidarda olmasının yaşamsal bir öneme sahip olduğuna inanırlar.

Bolşeviklerin ilkin Kurucu Meclis seçimleri çağrısında bulunmalarının ve bunun ardından bu kez meclisin dağıtılması için çağrı yapmalarının nedeni de bu düşünce tarzıdır. Alexander Berkman’ın 1921’de yorumladığı gibi:

Onlar (Bolşevikler) Kurucu Meclisi desteklemişlerdi ve, ancak mecliste çoğunluğu oluşturamayacaklarını, dolayısıyla iktidarı kendi ellerine alamayacaklarını anladıkları zaman birden fikir değiştirip onun dağıtılmasına karar verdiler.

Lenin, 22 Aralık 1918 tarihli Pravda’da yayınlanan imzalı makalesinde, Plekhanov’un 1903’de RSDIP(06) İkinci Kongresi’ndeki sözlerini olumlayıcı bir dille aktarmıştır:

“Eğer halk bir çoşku seli içinde çok iyi bir parlamento seçmişse. . . bu durumda bize düşen şey o parlamentonun uzun ömürlü olmasını sağlamaktır; eğer seçimler istenen sonucu doğurmamış ise, bize o parlamentoyu iki yıldan sonra değil, fakat, eğer mümkünse, iki hafta sonra feshetmektir.”(07)

Bolşevikler, Anarşistlerin aksine, Kurucu Meclis’e onun anti-demokratik niteliği dolayısıyla karşı çıkmadılar; Bolşeviklerin muhalefetini belirleyen şey, Kurucu Meclisi kontrol eden gücün kendileri olup olmayacağı idi.

Devrimci bir durumda, toplumun en aşağıdan itibaren işçi konseylerinin özgür bir federasyonu temelinde örgütlenmesi gerektiğini ileri sürenler yalnızca Anarşistlerdir. Kararlar, mümkün olan en alt düzeyde alınmalıdır. Delegeler, yalnızca ve yalnızca kendilerini seçmiş olanların bakış açısını temsil etmeli, ortalama bir işçiden daha fazla bir ödenek almamalı, belli bir dönem için bir delege olarak hareket etmeli ve istendiğinde geri çağırılabilmelidir. Eğer işçi sınıfı kapitalizmi yıkacak güce sahip ise, bunun ardından sosyalist bir toplumu örgütleme yeteneğine kesinlikle sahiptir.

2) Karşı Devrimle Savaşım

Kapitalist iktidar yapısı bir kez çökertildikten sonra, devrimcilerin gündeminin baş sırasında yer alan konu, bir yandan devrimi geliştirirken diğer yandan onun savunulmasını güvence altına almaktır. Devrimleri doğası gereği kan dökülmesine yol açan olaylar olarak görmek yanlıştır. Ekim Devrimi sırasında yaşamını yitirmiş insanların sayısı yalnızca 500 kadardı. 1980’li yıllarda Doğu Avrupa ülkelerindeki rejimlerin yıkılışındaki hız ve kolaylık pek çok insanı şaşırtmıştı. Benzer şekilde, 1974 yılında Portekiz’deki diktatörlük kansız bir şekilde devrildi. Paris Komünü’nden sonra, 1973’de Şili’de ya da 1965 yılında Endonezya’da(08) yaşanmış kanlı olaylar, başarısız devrimlerin, ya da, daha doğru bir ifadeyle söylersek, başarılı karşı devrimlerin ürünleridir.

İşçi sınıfının iktidarı patronların elinden alma girişiminin şiddete dayalı bir direnişle karşılaşması son derece muhtemeldir. Nihayet, bu, işçi sınıfı açısından her şeyin kazanılmasını, egemen sınıf açısından ise her şeyin yitirilmesini ifade eder. Şiddete dayalı bir direnişle karşılaşma tehlikesi, patronların göreli karşı koyma gücüne bağlı olacaktır. Bununla birlikte, patron sınıfının direniş gücü ister büyük ister küçük olsun, devrimi hem içeriye hem de dışarıya karşı fiziksel olarak savunmak zorunludur.

Bu durum, bir dizi sorunu öne çıkarır. Her adalet sisteminde köşetaşını oluşturan şey, mahkemenin izleyicilere açık olması, mahkemenin kararına itiraz hakkı, suçun büyüklüğü ile orantılı ceza ilkesidir. Barış zamanında bu ilkeler kolaylıkla uygulanabilirken, savaş -özellikle de iç savaş- sırasında sık sık hak ve özgürlüklerin kısıtlandığına tanık olunur. Bu durum, (Lenin’in gösterdiği eğilimin aksine) övüp göklere çıkarılacak bir durum değildir; kısa dönemli kısıtlayıcı önlemler sık sık kalıcı hasarlara yol açar. Devrimcilerin kendilerine sormaları gereken soru şudur: “Uygulamalarımız zorunlu ve ‘nesnel olarak kaçınılmaz’ nitelikte midir, yoksa bunlar sakınılabilir uygulamalar mıdır?” Daha önemlisi, bunların sosyalizmin yaşama geçirilişini ne yönde etkileyecekleridir. Bu soruların yanıtları, yine sosyalizmden ne anlaşıldığına bağlı olacaktır.

Gizli Polis

Devrimden yalnızca iki ay kadar sonra (iç savaşın başlamasından hayli zaman önce), başlangıçta Askeri Devrimci Komite’nin (09) güvenlik işlevlerini miras alan ve Çeka olarak bilinen gizli polis teşkilatı kuruldu. Bu teşkilatın üzerinde dışsal bir kontrol yoktu. Çeka’nın tutuklayıp hapse attığı kişilerin suçlu ya da masum olduklarının değerlendirilmesinde hukuki bir süreç söz konusu değildi. Ölum cezası da dahil olmak üzere, cezalar keyfi olarak uygulanıyordu. Çeka, geçici bir teşkilat olarak düşünülmüştü ve başlangıçta sadece araştırma işleviyle sınırlı idari bir organ olarak tasarlanmıştı. Yargılama ve tutuklama yetkisine sahip değildi; fakat, bu teşkilat kısa zaman içinde hızla gelişip büyüdü. Kuruluşundan yalnızca dokuz gün sonra, Çeka’ya tutuklama yetkisi tanındı. Ocak 1918’de, emrine ordu birlikleri verildi; Şubat’ta ise, jürisiz ve duruşmasız yargılama ve (ölüm cezası da dahil olmak üzere) cezalandırma yetkisi verildi. 1917 yılı sonunda personel sayısı 23 olan Çeka, 1918 yılı ortalarına gelindiğinde 10.000’i aşan personele sahipti.

Çeka bir polis gücüydü. Bir polis örgütünün görevi, yönetici azınlığın çıkarlarını kollamaktır. Hükümetler, her zaman polisin giriştiği eylemleri desteklerler -İngiltere’deki Birmingham Six olayında İngiliz hükümetinin polisi aklaması örneğinde olduğu gibi. Aynı şey, Bolşevik Parti ile Çeka arasındaki ilişki açısından da geçerliydi. Lenin, 7 Kasım 1918’de Çekacılara hitaben yaptığı konuşmada şunları söylüyordu:

Çekacıların giriştikleri eylemlerin düşmanların yanısıra sık sık dostların da eleştirisine uğraması hiç şaşırtıcı değil. Ağır bir görev üstlenmiş durumdayız. Ülke idaresini üstlendiğimiz günden bu yana, doğal olarak pek çok hata yaptık; Olağanüstü Komisyonların [Çeka’nın] hatalarının en çok göze batması çok doğal. Dar görüşlü aydınlar, meselenin esasını kavramaya çalışma gayreti göstermeden, gözlerini hep bu hatalara dikiyorlar. Çeka’nın yaptığı hatalara ilişkin koparılan yaygaralar arasında beni en çok şaşırtan şey, meseleyi geniş bir çerçeve içinde değerlendirme konusunda sergilenen açık yeteneksizlik. İnsanlar, durmaksızın Çeka’nın yaptığı münferit hatalardan söz edip yaygara koparıyorlar. Oysa, biz, hatalarımızdan dersler çıkardığımızı söylüyoruz. . . Ben, Çeka’nın faaliyetlerini ve bu faaliyetlerin nasıl sert biçimde eleştirildiğini değerlendirdiğim zaman, bütün söylenenlerin dar görüşlü ve nafile eleştiriler olduğunu görüyorum. . . Bizim için önemli olan şey şu ki, Çekacılar proleterya diktatörlüğünü hayata geçiriyorlar ve bu açıdan son derece değerli bir rol oynuyorlar. Sömürücüleri şiddetle bastırmanın dışında, kitleleri özgürleştirmenin bir başka yolu yok.

Lenin’in söylediği bu sözler, birkaç sorunun sorulmasını gerektiriyor: Sözü edilen hatalar nelerdir? Bu hatalardan ne tür dersler çıkarılmıştır? Çeka’nın faaliyetleri yalnızca eski egemen sınıfa karşı mı yöneltilmiştir?

Devrimci Terör

Bolşevik Kızıl Terör politikası, 1918 yılı yazında patlak veren iç savaştan kısa bir süre sonra uygulamaya kondu ve Beyaz Terör ile benzer niteliklere sahipti. Söz konusu politika, acımasızca yaşama geçirilen kitlesel idam ve yıldırma taktiğini öne çıkardı. Şiddet eylemleri, yıkıcı ve pişmanlık duyulan eylemler olarak görülmek yerine, desteklendi ve övüldü. Doğu Cephesi’nde Çeka örgütünün başı olan Latsis şunu yazıyordu: “İç savaşta düşman için olağan mahkemelere ve yargı kurallarına başvurulmaz. Bu bir ölüm kalım mücadelesi. Eğer öldürmezseniz, siz öldürülürsünüz. Dolayısıyla, öldürülmemek için öldürün.”(10) Kızıl Ordu gazetesi, Lenin’e yönelik bir suikast girişiminden sonra şunları yazdı: “Düşmanlarımızı yüzer yüzer ve acımasızca öldüreceğiz. Bırakın binlercesi ölsün, bırakın binlercesi kendi kanlarında boğulsun. Lenin ve Uritskii’nin kanı yerine. . . bırakın burjuvaların kanı oluk oluk aksın -mümkün olduğunca çok kan.”(11) Bu çılgın yıkım ve misilleme çağrısının, yeni ve özgür toplumun inşası görevine ne tür bir katkısı olabileceğini anlamak çok zor.

Toplu cezalandırma, kategorik cezalandırma, işkence, rehin alma, gelişigüzel cezalandırmalar hep devrim adına yapıldı. Kategorik cezalandırma, kişilerin işledikleri suçlar değil, sınıfsal kökenleri ve siyasal arkaplanları temelinde cezalandırılmasına dayanıyordu. 3 Eylül 1918’de, İzvestia, 500 rehinenin Petrograd Çekası tarafından kurşuna dizildiğini bildiriyordu; bu insanlar, bir suç işledikleri için değil, sadece yanlış sınıfsal kökene sahip oldukları için öldürüldüler.
Devrimci teröre ilişkin olarak iki yorumda bulunulabilir; devrimci terör karşı-devrime yöneltilebileceği gibi, halk desteği azalan rejimlerin başvurdukları bir yöntem de olabilir. Emma Goldman’in 1922’de yazmış olduğu gibi, “mutlak bir Devlet yaratma çabasındaki küçük bir azınlığın baskı ve terörizme yönelmesi kaçınılmazdır”.(12) Devrimci terör politikası, kitlelerin toplumun işleyişine katılımı hedefiyle doğrudan karşıtlık içindedir. Bu politik taktiklerin Bolşeviklerin iktidarının temelini sağlamlaştırmış olduğu kuşkusuz; ancak, bunların devrimin hedefi olan sosyalizmin altını oyduğu da açık.

Bolşevikler, kırsal kesimde, “özgürleştirici ordu” yerine “işgalci ordu” haline geldiler, ikna etmeye çalışmaları gereken köylü kitlelerini toplumsal devrim fikrine yabancılaştırdılar. Terör, iki yanı keskin bir kılıcı andırır; bir yandan etkili bir silah olarak kullanılabileceği gibi, diğer yandan, adalet iddiasında bulunan her rejimin kitlelerin gözünden düşmesine yol açar.

İtalyan Anarşist Malatesta, 1919’da şunları yazıyordu: “Bonapart bile Fransız Devrimi’nin Avrupa gericiliğine karşı savunulmasına yardımcı oldu, ama, devrimi savunurken aynı zamanda onu boğazladı da. Lenin, Troçki ve diğer yoldaşlar kesinlikle samimi devrimciler ve devrim olarak gördükleri şeye ihanet etmeyecekler; fakat, bunlar, devletsel bir aygıt kurarak devrimden çıkar sağlamak ve onu yıkmak üzere kendilerine destek olanların işini kolaylaştırıyorlar. Kendi yöntemlerinin ilk kurbanı yine kendileri olacaktır ve korkarım, devrim bu şekilde çökecektir. Tarih, küçük ayrıntılar dışında kendisini yineliyor: Robespierre’i giyotine gönderen ve böylece Napoleon’a zemin hazırlayan kişi yine Robespierre’di.”(13) Belki de Troçki Malatesta’nın bu sözlerine kulak vermeliydi.

Ölüm Cezası

Ekim ayındaki İkinci Sovyetler Kongresi’nin yaptığı ilk işlerden biri, Kerensky hükümetinin uygulamaya koyduğu ölüm cezasını yürürlükten kaldırmak olmuştu. Ölüm cezası, 16 Haziran 1918’de yeniden uygulamaya kondu. Bolşevik hükümet, 17 Ocak 1920’de, askeri operasyonların yaşandığı bölgeler dışında, ölüm cezasını kaldırdı. Bu kararnamenin getirdiği sınırlamanın hile yoluyla üstesinden gelen Çeka, sürekli olarak, ortadan kaldırmak istediği mahkumları idam edebilmek için bunları askeri bölgelere sevk etti. Bolşevik Viktor Serge, Çeka’nin ölüm cezasının kaldırılması karşısında nasıl hareket ettiğini şu sözlerle anlatıyor:

Gazeteler kararnameyi baskıya hazırlarlarken, Petrograd’taki Çekacılar ellerindeki stokları tasfiye etmekle meşguldüler! Arabalar dolusu şüpheli gece boyunca şehrin dışına taşındı, ardı ardına kurşuna dizildi. Kaç insan? Petrograd’ta 150-200 dolayında; Moskova’da bu rakamın 200-300 kadar olduğu söyleniyordu.(14)

Düşman değil dost saflarda girişilen bu faaliyetlerden hiçbiri, iç savaşın dayattığı zorunluluklar gerekçesiyle meşrulaştırılamaz. Yine, bunlar, gelişigüzel ve istisnai olayların birer sonucu olarak gösterilemez; yukarıda açıklandığı gibi, bütün bunlar devrimci terör politikasının ürünüdür.

Anarşistler

11 Aralık günü, Çekacılar ve askerler Moskova’da 26 Anarşist merkezi kuşatma altına aldılar. 40 Anarşist yaşamını yitirdi, 500’u tutuklandı. 26 Nisan’da benzeri tecavüzler bu kez Petrograd’ta yaşandı. Bu aşamada, Çeka’nın başı Dzersinski, Çeka’nın bu eylemlerini, Anarşistlerin bir ayaklanma hazırlığı içinde oldukları, zaten tutuklananların pek çoğunun ayaktakımından sabıkalı kişiler oldukları gerekçesiyle meşru göstermeye çalıştı. Çeka’nın “ideolojik Anarşistler”e karşı bir savaşa girişmediğini, böyle bir niyetinin olmadığını özellikle vurguladı. Ne var ki, 13 Haziran tarihini taşıyan belgeler(15), karşı devrim araştırma şubesi ile istihbarat teşkilatının bazı birimlerinin Anarşistlerin işini halletmekle görevlendirildiklerini ortaya koyuyor. İdeolojik’ Anarşistlerin Çeka’nın baskısı altında oldukları gerçeği, anarşizmin kendisine değil Anarşist hareket içindeki ‘suçlu’ unsurlara karşı hareket ettiklerini ileri süren Bolşeviklerin bu yalanını geçersiz kılıyor.

Leon Troçki, Temmuz 1921’de “Biz gerçek Anarşistleri hapsetmiyoruz. Hapishaneye koyduğumuz kişiler Anarşist olduklarını ileri sürerek kendilerine Anarşist süsü vermeye çalışan suçlular ve çete mensuplarıdır”(16) açıklamasını yaptığı sıra, Moskova’da 13 Anarşist açlık grevinde bulunuyordu. Bereket versin, Sendikalist bir Fransız işçi sendikasına bağlı bir delege grubu duruma müdahale ederek bunların cezaevinden salınmasını sağladı (bu Anarşistlerin en az üç tanesi SSCB’den kovularak sürgüne gönderildi). Genç bir kadın Anarşist, Fanyan Baron, bunlar kadar talihli değildi: Fanyon, mahkemeye bile çıkarılmadan, sahte para basmak suçuyla diğer bir grup insanla birlikte kurşuna dizildi (daha sonra kanıtlandığı gibi, sahte paralar Çeka’nın kendisi tarafından basılmıştı). Zhmirink civarında yaşayan ve 1921’deki sovyet gazetelerine göre ‘ortaya çıkarılıp tasfiye edilen’ 30-40 dolayındaki Anarşist de aynı terörün kurbanı oldu. Anarşistlerin son büyük kitlesel hareketi, Subat 1921’de Kropotkin’in cenazesi sırasında yaşandı; pankartlar ve bayraklarla yürüyüşe geçen 20.000 Anarşist, diğer taleplerin yanısıra, hapishanelerdeki Anarşistlerin serbest bırakılmasını isteyen sloganlar attı. Bundan sonra, Anarşistler üzerindeki baskı ve şiddet doruğa yükseldi.

Çeka’nın istismarlarına Bolşevik Parti’nin kendi içinden gelen karşı çıkışlara rağmen, bu örgütün işleyiş tarzını değiştirmeye yönelik herhangi bir yasal düzenlemeye gidilmedi. Her örgütte, hem insan unsuru hem de kurumsal yapı faktörü birlikte bulunur. Bu durumdan hareketle, Çeka’nın suistimallerinin bireylerin hatasından kaynaklandığı ileri sürülebilir. Eğer bireylere kimin sağ kalıp kimin öleceğine ilişkin karar verme yetkisi de dahil olmak üzere sınırsız bir güç verilirse, aşırılıkların ve soysuzlaşmanın yaşanması kaçınılmaz olacaktır. Bu tür olayların yaşandığı yerde, aynı hataların yinelenmesinin önüne geçmek üzere gerekli değişiklikleri gerçekleştirmek, devrimci örgütün iradesine bağlı bir durumdur. Bolşevik Parti bu konuda herhangi bir insiyatifte bulunmadı. Bireylere kontrolsuz bir iktidar tanımaya devam etti. Çeka’nın örgütsel yapılanışında herhengi bir değişiklik yapmadı. Bunun yerine, arada bir yozlaşmış bireyleri örgütten uzaklaştırmakla, bazı şubeleri kapatmakla yetindi ve böylece söz konusu istismarlara neden olan kurumsal yapıyı olduğu gibi korumuş oldu.

Emma Goldman, 1921 yılında Rusya’dan kaçarken şunları söylüyordu: “Şiddetin kaçınılmaz olduğunu asla reddetmedim, bu gerçeği bugün de inkar etmiyorum. Ancak, bir savaş sırasında bir savunma yöntemi olarak şiddete başvurmak başka bir şey, terörizmi ilke edinmek, onu kurumsallaştırmak, toplumsal mücedelede onu merkeze yerleştirmek tamamen başka bir şeydir. Böyle bir terörizm karşı-devrimi doğurur ve karşılığında kendisi de karşı-devrimci hale gelir.”(17)

3) Devrimin Savunulması

Devrimin savunulmasının diğer boyutunu oluşturan şey, onun dışarıdan gelen askeri saldırılara karşı korunmasıdır. Burada, devrimcinin önünde iki örgütsel biçim seçeneği vardır: ya geleneksel askeri ordu, ya da milis gücü. Rus Devrimi bu açıdan somut bir örnek oluşturur -başlangıçta bir milis yapılanması benimsenmiş olmakla birlikte, 1918 yılında geleneksel ordu yapılanmasına geri dönülmüştü. Bu iki örgütleniş biçimi arasındaki fark, sık sık ileri sürülen argümanın aksine, etkinliğe ya da örgütlenme tarzına (ordu daha örgütlü bir karaktere sahipken milisin daha kaotik bir niteliğe sahip olduğu fikri) ilişkin bir farklılıktan ibaret değildir. Bu ikisi arasındaki fark, doğrudan demokrasiyle ilişkili bir sorundur.

Brest-Litovsk Antlaşması’nın ardından, Troçki, Askeri İşler Komiseri olarak, orduyu yeniden örgütlemeye girişti. Savaş hattında emirlere itaatsizliğe karşı ölüm cezası verilmesi, subayların askerler tarafından selamlanması, özel askeri hitap biçimleri, subayların barınaklarının askerlerinkinden ayrılması ve subaylara tanınan diğer ayrıcalıklar yeniden yürürlüğe kondu. Subaylar artık askerler tarafından seçilmeyecekti. Troçki şöyle yazıyordu: “Seçim ilkesi siyasi olarak anlamsız, teknik açıdan uygunsuzdur ve bir kararname ile halihazırda uygulamadan kaldırılmıştır.”(18) Bolşevikler, askeri disipline yeniden dönülmesi gereğini neden hissettiler? 1917 Rusyası’nda askeri disipline ihtiyaç duyulmuşken, 1936 İspanyası’nda Anarşist cephelerde neden böyle bir disiplin ihtiyacı duyulmadı?

Geleneksel ordu yapılanması, feodal kralların ya da kapitalist hükümetlerin kendi çıkarlarını koruyup kollamak için işçileri savaşa sürme ihtiyacından doğdu ve gelişti. Bu ordular otoriter kurumlar olmak zorundalardı; çünkü, her ne kadar propaganda ve aşırı milliyetçilik başlangıçta askere yazılmada önemli bir rol oynasa da, savaşın dehşet verici kötülükleri çok geçmeden milliyetçiliğin nafile olduğunu gözler önüne serer. Askeri örgütlenmenin temeli, askerlerin mutlaka inanmak zorunda olmadıkları bir dava için savaşmaya devam etmelerini güvence altına alma amacına dayanır. Askeri disiplin, hiçbir şeyi düşünüp sorgulamayan, karşıt saflardan olduğu kadar kendi saflarından gelecek tehdit ve tehlikeler karşısında korkuya kapılan bir askerler topluluğu yaratmayı hedefler.

Fakat, bir ordu örgütlemenin bir diğer yolu daha vardır: Milis. Bu ikisi arasındaki fark şudur ki, milis gücünde subaylar ve generaller seçimle belirlenirler ve savaşan askerler korku yüzünden değil kendi gönüllü tercihleri dolayısıyla savaşırlar. Bu yapı, subaylarla askerler arasında, üstlerin selamlanması ve subaylara tanınan ayrıcalıklar gibi önlemler aracılığıyla pekiştirilen yapay bir ayrım yaratma zorunluluğunu ortadan kaldırır. Askerler, uğruna yaşamlarını riske soktukları davaya inanarak savaştıkları için, onları savaştırmak için korkutmaya veya emir vermeye, dolayısıyla bu tür önlemlere başvurmaya gerek kalmaz. Milis gücünün pek çok başarılı örneği yaşanmıştır; örneğin, Boerler İngilizlere karşı bir gönüllüler ordusuyla savaşmışlardır. 1936 İspanyol Devrimi sırasında, Anarşistlerin kontrolündeki bölgelerde milisler Franko’ya karşı koymuşlardır. CNT, 1936’da şunu ilan etmişti:

Biz, üniforma giymiş, zorunlu olarak askere alınmış askerlerden oluşan bir düzenli ordu fikrini savunmuyoruz ve böyle bir orduya ihtiyaç duymuyoruz. Halk milislerinden kurulu Silahlanmış Halk kuvveti düzenli ordunun yerini almalıdır; özgürlüğün heyecan ve gönüllülükle savunulmasının, eski komplo ve dolapların gölgesinde yeni entrikaların yaşanmasının önlenmesinin yegane güvencesi budur.(19)

Anarşist Makhno komutasındaki milisler, 1918-1921 yılları arasında kalan dört yıl boyunca, Hetman’ın, Beyaz Generaller Denikin ve Wrangel’in güçlerine, Petliura ve Grigorev gibi milliyetçilere ve elbette Ukrayna’daki Bolşeviklere karşı savaştılar. Bu milis kuvveti, en güçlü olduğu dönemde, bünyesinde 30.000 kadar silahlı gönüllü barındırıyordu. Makhno ve beraberindeki komutanlar, bir keresinde, kendilerinden 30 kat daha kuvvetli olan düşman güçlere karşı zafer kazandılar. Bu milis, demokratik bir askeri oluşumdu. Saflarındaki savaşçılar, gönüllü köylüler ve işçilerdi. Komuta kademesindeki subaylar bu konumlara seçilerek geliyorlardı ve disiplin kuralları demokratik olarak belirleniyordu. Subaylar, demokratik olarak hareket etmemeleri durumunda, kendilerini seçen askerler tarafından bulundukları bu konumdan geri alınabiliyorlardı.
Geleneksel ordu yapılanmalarını savunanlar, söz konusu yapıların varlığının zorunlu ve kaçınılmaz olduğunu, aksi taktirde, savaşın en kızgın anlarında askerlerin cepheyi terk edeceklerini ileri sürerler. Oysa, tarih, insanların, eğer gerçekten büyükse ve inanıyorlarsa, bir dava uğruna yaşamlarını feda edebileceklerine tanıklık ediyor.

Kuşkusuz, geleneksel orduların operasyonlarına ilişkin daha pek çok örnek vermek mümkün (I. ve II. Dünya Savaşları, Vietnam, vb.). Bunlar, askerlerin rızasını almayı gerektirmeyen savaşlardı. Askeri disiplinin rolü, askerlerin, kendilerine bir çıkar getirmeyen savaşın dehşet verici vahşeti karşısında savaşmaktan vazgeçmelerini ve ayaklanmalarını önlemektir. Az önce sözünü ettiğimiz savaşlar, milyonlarca insanın yaşamını yitirmesine yol açmış savaşlardı. Savaşan orduların başındaki generallerden hiçbir hesap sorulmuyordu ve bunlar hata üstüne hata yaparak pek çok insanın kaçınılabilir ölümüne neden oluyorlardı (isterseniz, bunu görmek için Somme Savaşı’ndan Gelibolu Savaşı’na kadar herhangi bir savaşın askeri tarihini inceleyin). Bütün bunlar, otoriter hatlarda düzenli bir ordunun daha etkili ve kaçınılmaz olduğu gerekçesinin bir yalandan ibaret olduğunu gün ışığına çıkarır. Rütbe ve benzeri hiyerarşilerin işlevi ve geleneksel ordudaki karar alma sürecinin niteliği, küçük bir azınlık tarafından yönlendirilir ve kontrol edilir.

4) Devrimde Fabrikalar

Devrimden sonra, ekonomiyi idare edenlerin elinde iki seçenek vardı: üretim ya devletin elinde, ya da işçilerin elinde örgütlenecekti. Bolşevikler, bu seçeneklerden ilkini gerçekleştirebilmek için, ikincisine karşı hareket etmek zorundalardı. Fabrika komiteleri, Ekim Devrimi’nden önce, devrim sırasında ve devrim sonrasında fabrikaların pek çoğunda seçim yoluyla belirlenmiş işçi gruplarıydı. Bu komitelere seçilen delegeler, kendilerini seçen işçiler tarafından doğrudan kontrol ediliyorlar ve istendiğinde geri çağrılabiliyorlardı. Bunlar, başlangıçta, işyerindeki makineleri sabote ederek üretimi aksatmak isteyen patronların bu bireysel sabotaj girişimlerini engellemek amacıyla kurulmuşlardı. Bu komiteler, kısa bir süre sonra etkinlik alanlarını hızla genişleterek, idarecileri safdışı bırakarak işyerinde tüm idareyi kendi ellerine geçirdiler. Herbir işyeri hammadde ve enerji tedariki, tamamlanmış ürünlerin nakli açısından diğer işyerlerine bağımlı olduğu için, Fabrika Komiteleri 1917 Kasımı’nda bir federasyon çatısı altında bir araya gelmeye giriştiler.

Fabrika Komiteleri’nin bu girişimi, Bolşevikler tarafından, sendikalar bürokrasisi aracılığıyla engellendi. Planlanmış olan “Tüm Rusya Fabrika Komiteleri Kongresi” hiçbir zaman gerçekleşmedi. Bunun yerine, Bolşevik Parti, delegelerin yalnızca yüzde 25’inin fabrika komitelerinden gelen işçiler olduğu “Tüm Rusya İşçi Kontrolu Konseyi”ni kurdu. Bu yolla, Bolşeviklerin kontrolü dışında koordine olan Rus işçilerinin yaratıcı enerjisi, partinin kontrol edebileceği bir örgütlenme lehine engellenmiş oldu. Bolşeviklerin kurdukları “Tüm Rusya İşçi Kontrolu Konseyi” ölü doğmuş bir organdı; bu konsey yalnızca bir kez toplandı. Konsey, kısa bir süre sonra, 1917 Kasımı’nda kurulan ve tamamı Bolşevik Parti üyelerinden oluşan Halk Komiserleri Konseyi’ne tabi kılınan Yüksek Ekonomik Konsey içinde eritildi. Golas Truda (Anarşist Propaganda Birliği’nin resmi yayın organı), 1917 Kasımı’nda şu uyarıda bulunuyordu:

Sosyal Demokrat, yani merkezci ve otoriter tarzda hareket eden insanlar olan Bolşevikler, iktidarlarını sağlamlaştırdıktan ve ‘yasallaştırdıktan’ sonra, merkezden dayatılan devletsel ve otoriter yöntemlerle ülkenin ve halkın yaşamını yeniden düzenlemeye girişeceklerdir. Bunların Petrograd’taki merkezleri, partinin kendi iradesini zorla tüm Rusya’ya dikte edecek ve tüm halka emirler yağdıracaktır. Kurduğunuz Sovyetler ve diğer yerel örgütleriniz, yavaş yavaş, merkezi hükümetin iradesini temsil eden birer yönetim kurulu organından ibaret içi boşaltılmış yapılar haline gelecekler. Emekçi kitlelerin sağlıklı ve yapıcı faaliyetleri yerine, tabanı oluşturan insanların özgür iradeleriyle kurdukları birlikler yerine, tepeden gelen, önünde engel olarak gördüğü her şeyi demir pençesiyle kırıp yok eden otoriter bir devlet aygıtının geçirildiğine tanık olacağız.

Gerçekten, yaşanan sey tam da bu oldu. Fabrika komiteleri, Bolşeviklerin kontrolündeki Sendika hareketi içinde eridiler. Mart 1918’de yayınlanan bir kararnamede, işçi kontrolü, işyeri yönetiminden ziyade, işyerindeki üretimin gözetimi ve teftişi olarak kavramsallaştırılıyordu: “Kamulaştırılmış olan işletmelerde, işçi konrolü, Fabrika ya da işyeri Komitesi’nin tüm bildirilerinin ya da kararlarının onaylanmak üzere Ekonomik İdari Konsey’e sunulması şeklinde uygulanır. . . Ekonomik İdari Konsey’in üyeleri arasında işçi ya da çalışan konumundaki kişilerin sayısı, toplam üye sayısının yarısını aşmamalıdır.” Ayrıca, Lenin, yine Mart 1918’de, sanayide tek-adam yönetimi lehine kampanya yürütmeye başladı. 1919 yılında, işletmelerin yalnızca yüzde 10.8’i tek-adam yönetim altındaydı; Aralık 1920’de, 2.483 fabrikadan 2.183’u artık kollektif yönetim altında işletilmiyordu.

Ekonominin Kontrolü

Böylece, Ekim’i izleyen birkaç aylık zaman içinde, Bolşevikler ekonominin kontrolünü işçi sınıfının elinden alarak Bolşevik Parti’nin eline verdiler. Bu, iç savaştan önce, Bolşeviklere göre işçilerin devrim yapmaya yetenekli olduklarını kanıtladıkları fakat ekonomiyi işletme becerisinden yoksun bulundukları bir zamanda gerçekleşti.

Fabrika komitelerine karşı Bolşevik saldırı, basit bir temele dayanıyordu: Bolşevikler fabrikaların mülkiyetinin devlete ait olmasını ve bunların devlet tarafından işletilmesini isterlerken, fabrika komiteleri fabrikaların işçilere ait olmasını ve işçiler tarafından yönetilmesini istiyorlardı. Bir Bolşevik, fabrika komitelerinin tavrını şu ifadeyle tanımlıyordu: “Bize özerk üretici komünler şeklindeki Anarşist düşü hatırlatan bir süreçle karşı karşıyaydık.”

Bolşeviklerin bu girişiminin nedeni, kısmen, Bolşevik iktidara karşı muhalefet tehlikesini ortadan kaldırma amacıydı; fakat, ayrıca, bu kararlar Bolşeviklerin siyasal bakış açısının bir ürünüydü. Bunlar, Bolşeviklere, iç savaş gibi dış nesnel koşullar tarafından zorla dayatılmış kararlar değildi. İç savaş olsun ya da olmasın, Bolşeviklerin stratejik kararları her durumda aynı olacaktı; çünkü, söz konusu siyasal kararlar, Leninist sosyalizm anlayışından ve Leninist işçi kontrolu kavrayışından kaynaklanıyordu. Bolşeviklerin sosyalizm anlayışı, Anarşistlerinkinden çok farklıdır. Bu farklılığın kökeninde yatan şey, “üretim ilişkileri”ne atfedilen önemdir. Diğer bir deyişle, değeri yaratanlarla bunların ürünlerinin bölüşümünü kontrol edenler arasındaki ilişkiye verilen önemdir. Tüm sınıflı toplumlarda, üretici, üretimi yönetenlerden ayrılarak onlara tabi kılınmış durumdadır. İşyeri, patronla işçiler arasında bölünmüştür. Toplumda “emredenler” ile “emredilenler” arasındaki ayrımın ortadan kaldırılması Anarşist sosyalizm anlayışında merkezi bir yere sahipken, Leninistler bu sorunu önemsemezler.

“Üretim araçları üzerinde işçi kontrolü” ifadesi sık kullanılır. Ne yazık ki, bu ifade, farklı siyasal eğilimler için birbirinden farklı şeyleri temsil eder. Anarşistler açısından bunun anlamı, işçilerin üretimin her boyutu üzerinde tam kontrole sahip olmaları gerektiğidir. Buna göre, işyeri demokrasisinin varlığı zorunlu ve kaçınılmazdır. İşçiler, çalışma saatleri, üretilecek ürün miktarı, ürünlerin nasıl mübadele edileceği de dahil olmak üzere, kendilerini ve fabrikalarını etkileyecek her türlü kararı alma iktidarına sahip olmalıdır. “Bolşevikler Ve İşçi Kontrolu” adlı kitabın yazarı Maurice Brinton’in açıkladığı gibi:

üretimde işçi yönetimi -ki bu üreticinin üretim süreci üzerinde tam egemenliğini ifade eder, bizim için yönetimsel bir meseleden ibaret değildir. İşçi yönetimi, bizim siyasal anlayışımızın esasını oluşturur. Bu, üretimde otoriter ilişkilerin (emir verme ve emir alma) kendisi aracılığıyla aşılabileceği, özgür bir komünist ya da Anarşist toplumun inşasına girişilebileceği yegane araçtır. Biz, ayrıca, üretim araçlarının mülkiyetinin üretim ilişkilerinde bir devrim yaşanmaksızın da el değistirebileceğini (örneğin bireysel mülkiyetten çıkıp bunlar üzerinde kollektif mülkiyet kuran bir bürokrasinin eline geçmesi) ileri sürüyoruz. Bu koşullarda, mülkiyetin biçimsel statüsü her ne olursa olsun, toplum hala sınıflı bir toplumdur, çünkü, üretim hala üreticiler değil, bir aygıtsal kurum tarafından yönetilmektedir.(20)

Buna karşılık, Leninist sosyalizm anlayışı, esas olarak, işçilerin kendi emekleri üzerinde kontrol sahibi olacakları bir toplumun yaratılmasından ziyade, sanayinin ulusallaştılması ya da Devlet Kapitalizmi ile ilgilidir. Lenin, “Bolşevikler Devlet İktidarını Elde Tutabilirler Mi?” başlıklı makalesinde, kendi ‘işçi kontrolü’ anlayışını ifade eder:

Biz işçi kontrolünden söz ederken, bu sloganı daima proleterya diktatörlüğü ile ilişkilendiriyoruz ve bunu her zaman ikincisinin arkasına yerleştiriyoruz, ve, bu şekilde, zihnimizde nasıl bir devlet tasarımı olduğuna açıklık kazandırıyoruz… Eğer göndermede bulunduğumuz devlet bir proleterya devletiyse (yani proleterya diktatörlüğü ise), bu durumda işçi kontrolü, malların üretim ve bölüşümünün ulusal, bütüncül, her yerde mevcut, son derece kesin ve titiz bir hesabı [vurgu Lenin’in] anlamına gelir.

Lenin, burada, “hesaplama” [accounting] sözcüğüyle, temel bir öneme sahip olan karar alma yetkisine değil, muhasebe kayıtlarının yönetimini ve başkaları tarafından alınan kararların yerine getirilip getirilmediğini kontrol etme yetkisini kast eder.

Bolşevikler, soruna sadece sosyalizmin nesnel koşullarının yaratılması açısından yaklaştılar. Bu yaklaşıma göre, toplumda belli bir zenginlik düzeyine erişilmeksizin, sosyalizmin gerektirdiği ücretsiz sağlık, konut, eğitim hizmetleri ve çalışma hakkı gibi toplumsal refah koşullarını yerine getirmek olanaksızdır. Lenin şunları söyler:

Sosyalizm, yalnızca, devlet kapitalisti tekelden ileri doğru atılmış bir adımdır. Ya da, bir başka deyişle, sosyalizm, tüm halkın çıkarlarına hizmet eder hale getirilmiş ve o ölçüde kapitalist tekel olmaktan çıkmış devlet kapitalisti tekeldir.(21)

Ve:

Devlet kapitalizmi, sosyalizmin maddi koşullarının tam hazırlığı, sosyalizmin eşiğidir, tarihin merdiveninde bir basamaktır ve bununla [–ÇN: devlet kapitalizmi] sosyalizm adı verilen basamak arasında boşluk yoktur.(22)

1918 ve 1919 yıllarında, fabrikalarda Taylorizm ile işletmelerde tek-adam yönetiminin uygulamaya konması, işçi haklarının zararına da olsa üretimde verimliliğin ve üretkenliğin artırılması konusundaki Bolşevik saplantıyı yansıtır. Bolşevikler, insanın kendi emek süreci üzerinde kontrol sahibi olmaması durumunda bir başkasının çarkının bir dişlisinden başka bir şey olamayacağı gerçeğini görmediler. Üretim düzeyinde işçi demokrasisi, sosyalist toplumun yaratılması açısından, maddi refah kadar önemli bir faktördür.

Bolşeviklerin planlı ekonomiye bakışı, bir başka açıdan daha sorunludur. Bolşevikler, ekonominin devlet kontrolü altında merkezileştirilmesinin kapitalist ekonomilerdeki kaosa bir son vereceğini düşündüler. Ne yazık ki, karşılıklı serbest bilgi alışverişinin yokluğunda merkezileşmenin kendi yıkımını hazırlayacağını hesaba katmadılar. Stalin ve Mao’nun yaptıkları bürokratik hatalar herkesçe bilinir. Mao idaresi altındaki Çin’de, tarlalardaki tahılları yemeleri engellenen serçelerin soyu tükenme noktasına gelmiştir. Bu, tarlalardaki zararlı böceklerin sayısında olağanüstü bir artışa ve dolayısıyla ürünlerin mahfolmasına yol açmıştır. Rusya’da, salt önceden belirlenmiş üretim kotalarına ulaşılabilmesi amacıyla, muazzam miktarlarda hiç bir zaman kullanılmayacak olan civata ve transmisyon kayışı üretilmistir. Rusya’da, endüstriyel demokrasi hiçbir zaman yaşama geçmedi. Üretime ilişkin kararları sorgulamak ya da eleştirmek olanaksızdı. Devlet ne kadar aptalca ve körükörüne kararlar alırsa alsın, devlete karşı çıkmak karşı-devrimcilikle eşanlamlı görüldü. Fikir ve bilgilerin özgür dolaşımı, ancak işçi demokrasisi ile mümkün olabilir. Ekonominin bilgiden yoksun biçimde planlanmasına girişmek, gözleri bağlı futbol oynamaya benzer. Özetle, Bolşevikler, muhtemelen, kendilerini devlet iktidarını elde tutmakla sosyalizme kestirme yoldan varılabileceği yanılgısına götüren iyi niyetli bir düşünceden yola çıkmışlardı; fakat, onları harekete geçiren şey her ne olursa olsun, izledikleri politika yanlış ve kötüydü.

5) Tarihten Ders Alma

Tüm Leninist gelenekleri (Stalinizm, Maoizm, Troçkizm) Anarşistlere karşı birleştiren şey, Bolşeviklerin 1917-1921 yılları arasındaki iktidarının savunusunu yapmalarıdır. Bunların yeniden yaratmak istedikleri Bolşevik eser budur. Rusya’nın geri kalmışlığı (endüstriyel ya da toplumsal geriliği), İç Savaş ve Rusya’nın yalıtılmışlığı, devrimin çoşkusunun gerekçeleri olarak sık sık ileri sürülür. Leninistler, Bolşeviklerin politikasının ya da yaşama geçirdikleri uygulamaların yanlış olmadığını, sorunun Bolşeviklerin iradesi dışında gelişen koşullardan kaynaklandığını öne sürerler. Bolşevikleri demokratik özgürlükleri bastırdıkları için eleştirmiş olan Victor Serge ve İşçi Muhalefeti üyeleri bile, nihai olarak Bolşeviklerin tutumunu savunmuşlardır. Bunlar, Bolşeviklerin aldıkları önlemlerin yokluğunda, devrimin Beyaz gericiliğin elinde boğazlanmasının ve monarşiye geri dönülmesinin kaçınılmaz hale geleceğini savunmuşlardır.

Biz, nesnel koşullar her ne olursa olsun, Bolşevik politikaların her zaman ve kaçınılmaz olarak devrimin ölümüne yol açacağıni ileri sürüyoruz. Dahası, devrimin devrimcilerin kendi eliyle yenilgiye uğratılmasının, onun Beyaz karşı-devrim tarafından bozguna uğratılmasından çok daha kötü olduğunu, çünkü bunun tüm devrim projesini kesintiye uğratacağını düşünüyoruz. Yetmiş yıl süresince, Rusya kolaylıkla çalışma kampları ve diktatörlükle özdeş bir olgu haline getirilebildi. Sovyetler Birliği, kötü bir örnek olarak, korkutmanın ve gözdağı vermenin aracı olarak kullanıldı. Sosyalistler, kendilerini, savunulması mümkün olmayan bir şeyi savunmaya zorlanır halde buldular. Sayısız çoklukta devrim, Leninizme ve onun mirasçısı olan Stalinizme kurban edilerek boşa harcandı.

Özgürlük ve Ütopya

Engels, aşağıdaki paragrafta, devrimin nasıl insanlığın kurtuluşuna varacağını anlatıyor:

Proleterya Devrimi [kapitalizme ait] çelişkilerin çözümüdür. Proleterya kamusal iktidarı ele geçirir, ve, bunun sayesinde, burjuvazinin elinden aldığı toplumsal üretim araçlarını kamusal mülkiyete dönüştürür. Proleterya, bu eylemiyle, üretim araçlarını o zamana kadar taşımış oldukları sermaye niteliğinden kurtarır ve onları sermayeden özgürleştirerek onlara sosyalist karakterini kazandırır. Böylece, önceden belirlenmiş bir plana dayalı toplumsallaşmış üretim olanaklı hale gelir. Üretimin gelişmesi, toplumdaki farklı sınıfların varlık nedenini ortadan kaldırır. Bununla orantılı olarak, toplumsal üretimde anarşi [kaos] ortadan kalkar, devletin siyasal otoritesi sönümlenerek ortadan kaybolur. Nihayet kendi toplumsal örgütlenişinin efendisi durumuna gelen insan, aynı zamanda doğanın ve kendisinin özgür efendisi haline gelir.(23)

Bolşevikler, iktidarı ele geçirdiklerinde bu programı izlediler. Onu ‘sermaye niteliği’nden kurtarmak üzere üretimi merkezileştirdiler; ne var ki, toplumdaki farklı sınıfların varlığı ortadan kalkmadı. Bolşevik parti görevlileri daha yüksek ödenekler aldılar, daha iyi evlerde yaşadılar, çeşitli ayrıcalıklar elde ettiler. Zaman içinde bu ayrıcalıkları kendi çocuklarına transfer edebilir duruma geldiler, ve tıpkı Batı’daki egemen sınıf gibi hareket ettiler. Toplumsal üretimdeki kaos ortadan kaybolmadı ve söz konusu kaos Stalin döneminde kıtlığa yol açtı. Devletin siyasal otoritesi sönümlenmedi, Sovyet halkı özgürleşmedi.

Toplumsal yapının temelini belirleyen yegane faktör ‘sermayenin karakteri’ değildir. İktidar ilişkileri de önemli bir rol oynar ve, Engels’in düşünmüş olduğunun aksine, iktidar yalnızca sermayenin mülkiyetinden kaynaklanmaz. Merkez komite üyeleri, fabrikaların mülkiyetine sahip olduklarını gösterir resmi tapu belgelerine sahip olmayabilirler; fakat, bu durumda bile üretimi ve bölüşümü belirleme iktidarına sahip olmaları pekala mümkündür.

Özgürlük, erişilmesi hedeflenen asıl bir amaç değil, sosyalizmin yaratılması sürecinin varlığı zorunlu öğelerinden biridir. Anarşistler sık sık ‘ütopik’ olmakla suçlanırlar. İnançlar, öznel fikirlerin nesnel gerçeğe dayanmaması halinde ütopiktir. Anarşistler, sosyalizmin inşasından önce yaratılması mümkün zorunlu koşullardan birinin özgür düşünce alışverişi ve demokrasi olduğunu ileri sürerler. Asıl ütopyacılık, özgürlük olmaksızın devrimin mümkün olduğuna inanmak, tıpkı Bolşeviklerin yaptıkları gibi iktidarı ellerinde tutanların samimiyeti ve iyi niyetli çabalarıyla sosyalizmin yukarıdan empoze edilebilecegini sanmaktır. Sam Faber’in “Stalinizm Öncesi” adlı kitabında açıkladığı gibi:

Halk yığınlarının siyasal olarak ne yaptıkları ve ne düşündükleri, en az onların seçeneklerini en çok kısıtlayan nesnel engeller kadar tarihsel gelişmeleri belirleyen sürecin önemli bir parçasıdır; bu gerçeği anlayamamak, determinizmin karakteristik ve sistematik başarısızlığını oluşturur.(24)

Bolşeviklerin başka seçenekleri olmadığı savı doğru değildir. Bolşevikler daha demokratik bir rota izleyebilirlerdi; ama bu yolu seçmediler. Azınlık durumundalardı ve amaçları mutlak iktidarı ele geçirmekti. Sosyalizm ile demokrasinin aynı sürecin parçaları olduğunu anlayamamış olmaları, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin olabilirliğini yıkıma uğrattı. Devrimci altüst oluşların yaşanacağı gelecekteki bir tarihsel dönemde, işçi sınıfının devrimci potansiyelinin boş yere heba edilmeyeceğini ummak istiyoruz ve son sözü Alexander Berkman’a bırakıyoruz:

Özgürlüğe giden gerçek yolu izlemeyi deneyen bir devrim yaşanmadı henüz. Devrimlerden hiçbiri buna gerektiği kadar inanmamıştı. Zor ve baskı, zulüm, intikam ve terör geçmişteki tüm devrimleri karakterize etmiş ve bu yüzden başlangıçtaki amaçlarının yıkıma uğramasına neden olmuştur. Yeni yöntemlerin, yeni yolların denenmesinin zamanı gelmiş bulunuyor. Toplumsal devrim, özgürlük sayesinde, insanlığın kurtuluşunu başaracaktır; fakat, bunlardan ikincisine [özgürlüğe] inancımızın olmaması durumunda, devrim kendini yadsıyan ve kendine ihanet eden bir olgu haline gelecektir.(25)

Notlar:

  1.  Rosa Lüxemburg, The Russian Revolution, (1918)
  2.  Sergei Mstislavskii, Five Days which Transformed Russia, (1923)
  3.  Paul Frolich, Rosa Luxemburg, (1933)
  4.  Maurice Brinton, The Bolsheviks and Workers Control, (1970)
  5.  Voline, The Unknown Revolution, (1953)
  6.  RSDIP, Bolşevikler ve Menşevikler olarak ikiye bölünecek olan partinin adıydı.
  7.  George Leggett, The Cheka, Lenin’s Political Police, (1981)
  8.  Amerikan Hükümeti’nin yarım milyondan fazla Komünist Parti taraftarının katledilimesine yardımcı olduğu olaylar.
  9. Devrimci Askeri Komite. Bu grup, başlangıçta, Petrograd Sovyeti Yürütme Komitesi tarafından Ekim devrimini örgütlemesi için 12 Ekim 1917’de kuruldu. Devrimden sonra, yeni oluşturulmuş Ikinci Sovyetler Kongresi iki geçici organ seçti: Yalnızca Bolşeviklerden oluşan Sovnarkom (hükümet) ile yasama organı işlevi gören VTsLK. Sovnarkom, Devrimci Askeri Komite’nin işlevlerini Çeka’ya aktardı.
  10. George Leggett, The Cheka, Lenin’s Political Police, (1981)
  11. George Leggett, The Cheka, Lenin’s Political Police, (1981)
  12. Emma Goldman, My Disillusionment with Russia, (1922)
  13. For Anarchism, yayına hazırlayan David Goodway (1989), s. 73.
  14. Samuel Farber, Before Stalinism, the rise and fall of Soviet democracy, (1990)
  15. George Leggett, The Cheka, Lenin’s Political Police, (1981)
  16. Aktaran; Voline, The Unknown Revolution (1953)
  17. Emma Goldman, My Disillusionment with Russia, (1922)
  18. Leon Trotsky, Work, Discipline, Order, s. 171-172
  19. Vernon Richards, Lessons of the Spanish Revolution (1983)
  20. Maurice Brinton, The Bolsheviks and Workers Control, (1970)
  21. Lenin, Collected Works, Cilt 25, s. 358
  22. Lenin, Collected Works, Cilt 24, s. 259
  23. Engels, Socialism -Utopian and Scientific, (1880)
  24. Sam Faber, Before Stalinism, s. 198
  25. Alexander Berkman, ABC of Anarchism, (1929)