Liberter Komünizm – 1932 – Isaac Puente

Giriş

Isaac Puente, emekçi sınıflardan olmayıp da savaş öncesi dönemde İspanyol CNT’si üzerinde etkisi olan az sayıdaki üyeden birisiydi. Jose Peirats, İspanyol Devrimi’nde Anarşistler adlı eserinde ondan şöyle bahseder: “Basklı bir doktor ve sosyalist, liberter komünizm propagandacısıydı. Sendikalist ve anarşist basınla birlikte çalışmıştı…” Ancak, ilk baskısı 1932 yılında yapılan bu broşürde onun anarşizm dışında herhangi bir şeye bağlılığını gösteren bir şey yoktur.

Liberter komünizm geleceğin toplumunun ayrıntılı bir planı değildir. Daha ziyade, işçi sınıfının ve işçi sınıfıyla yan yana çalışmaya hazır olan tüm herkesin, toplumun iktisadi temelini toplumsal adalete uygun olarak yeniden biçimlendirmek üzere bu temeli devralıp işletirken uygulayacakları bir ilkeler kümesidir. Liberter komünizm, ruhen ve yöntemi itibariyle kolektif [ortaklaşmacı] olmakla birlikte, bireysel ihtiyaçlara ve arzulara mümkün olan en geniş alanını sağlar. Anarşi ütopyasına ulaşmanın bir aracı olmasına karşın ütopyacı bir proje değildir.

Aralık 1933’te Puente, Cipriano Mera ve Durruti ile birlikte Aragon’daki ayaklanmayı örgütleyen komiteyi kurdu. Bu ayaklanmaya katılan bir yoldaş, Miguel Foz, olayları kısaca şöyle anlatır:

“Yoldaşlar tapu arşivlerini, kilise ve belediye kayıtlarını yakma gibi görevleri yerine getirdiler… Bundan böyle paranın dolaşımının yasaklandığı halka ilan edildi… Köyün sadakati ve düşmanın endişeli hâli sayesinde beş gün süresince liberter komünizmle yaşadık. Bazı karşıtlarımız birliklere gelerek toplantı hâlindeki meclisten liberter komünizmin anlamı hakkında açıklamalar talep ediyorlardı, bazıları da kendi istekleriyle bize katılıyordu.”

Aragon ayaklanması, yetkililerce büyük bir gaddarlıkla bastırıldı. Polisin tutuklayıp işkence ettikleri arasında Puente de vardı. Halktan gelen büyük baskı sayesinde Puente ile önde gelen diğer örgütleyiciler nihayet beş ay sonra salıverildiler; ayaklanmacılara karşı yürütülen hukuki davaysa savcılık bürolarına karşı hapishane içinden yapılan, cesurca bir baskınla sonuçsuz bırakıldı.

Puente’nin broşürü yaygın bir şekilde okundu. CNT’nin Mayıs 1936’daki Zaragosa kongresinde formüle edilen tarihi platforma esin kaynağı oldu. Zaragosa, Aralık 1933 ayaklanmasının merkeziydi. İspanyol işçilerinin sadece birkaç hafta sonra başlayacak olan faşizme karşı mücadelelerinde toplumsal kurtuluşu görülmemiş bir düzeye çıkarmaları bu platform temelinde gerçekleşti. Ne yazık ki, faşist hatların gerisinde yakalanan ve Mayıs 1936’da vurularak öldürülen Puente faşistlerin ilk kurbanlarından birisi oldu.

Günümüzün gerici liderlere sahip (liderleri otoriter orta sınıftan çıkar) reformist emek hareketleri ile Puente tarafından tasvir edilen türden devrimci sendikalar [union] arasındaki farklar oldukça fazla ve büyüktür. Günümüzün ücretli kölesini fiziksel ve zihinsel olarak sıkıcı ve monoton işe zincirli bir hâlde tutan tam zamanlı sendika görevlileri, sendika sözleşmeleri, parıltılı emeklilik fonları, serap ve şantaj aygıtının geriye kalan tüm unsurları; tüm bunlar bir gecede yok olsa, işçiler sabahleyin uyandıklarında birdenbire işverenlerin merhametsiz açgözlülüğü karşısında savunmasız olmayacaklar. Aksine, iş yerlerinde hâlâ örgütlü olacaklar, ancak bir farkla: En sonunda gerçek çıkarlarının bilincinde olarak, daha önce hiç olmadığı kadar birlikte hareket edebilecekler.

Mücadeleleri, kaçınılmaz bir şekilde köleliklerinin (yani kapitalizm ile devletin) ortadan kaldırılmasına yönelerek daha kendinden emin ve eşgüdümlü bir hâle geldikçe, benimsenecek örgütsel ilkeler, doktor ve liberter bir militan olan Isaac Puente’nin burada tasvir ettikleri olacaktır.

Liberter Komünizm

Ulusal Emek Konfederasyonu (CNT), tabiri caizse işçi sınıfının tüm devrimci çabalarını tek bir amacın gerçekleştirilmesine yönelten bir kanaldır: Liberter Komünizm’in tesis edilmesi. Bu, devleti ya da siyaseti kullanmadan, iktisadi soruna çok iyi bilinen bir formül uyarınca çözüm bulmaya teşebbüs eden beşeri bir yan yana varoluş sistemidir: Herkesten yetenekleri ölçüsünde ve herkese ihtiyaçlarına göre.

İşçi sınıfının özgürlük hareketi, deneyimlerden çıkarılan acı derslere katlanılarak ilerler. Her başarısızlıktan gençleşmiş olarak ve taze bir kuvvetle çıkar. Geleceği hazırlayan, biçimlendiren kuvvettir. İçinde toplumsal mükemmelleştirilebilirliğin tohumunu taşır ve insanın özünden gelen bir çabanın, yolunu yüz kere daha kaybetse bile yok olup gitmeyecek bir çabanın varlığına işaret eder.

Zalimce baskılardan sağ salim çıkan işçi hareketi, birer kardeşten birdenbire birer düşmana dönüşen liderlerle kurtarıcıların şahsi kurtuluşlarından başka bir şeye yol açmayan reformizmin sahte sesleri ile siyasetin baştan çıkarıcı çağrılarının kendisini ayartmasına uzunca bir süre izin vermiştir.

İşçiler çok sayıda vaazın hedefi olmuştur. Bazıları onlara sakin olmaları gerektiğini, bazıları kültüre ihtiyaçları olduğunu, bazıları ise eğitilmeleri gerektiğini söylemiştir. Onlara çobanlık yapmak isteyenlerin anlayışına göre işçiler asla kendilerini özgürleştirecek kadar olgun olmamıştır. Eğer bu durum devam edecekse, hazırlıklar da sonsuza kadar devam edecektir: İşçilerin, kapitalist rejimle devletin kendilerine biçtiği cahillikle kültürel yoksunluğu üzerlerinden atmalarının tek yolu devrimdir. Her kısmi özgürlük, eğer bireyler tarafından değil de kolektif bir şekilde kazanılacaksa, toptan bir kurtuluş kadar maliyetli olacaktır.

Eğer sisteme saldırmadan bunu gerçekleştirmenin yollarını arıyorsak, toplumsal sorunun çözümü imkânsızdır. Bu Kolomb’un yumurtalarına benzer. Yumurtayı bir ucundan dengelemeye çabalayıp durursak, sadece çok vakit kaybederiz. Uçlardan birisini masaya vurarak düzleştirmeye, böylece bizzat yumurtanın mevcut şekline saldırmaya kararlı olmalıyız.

Ulusal Emek Konfederasyonu, reformist zevzekliğe karşı uyarıda bulunarak ve siyasetin çıkmaz sokağından kaçınmaya dikkat ederek, işçilerin özgürlük hareketinin tercümanı olarak hareket eder. Özgürlüğe giden tek yol olan liberter komünizmin doğrudan tesisini sağlayacak düz bir yol bulmuştur: Doğrudan eylem. Kurtuluş amacını gerçekleştirmediği müddetçe, gerek üyelerinin gerekse dışarıdakilerin takdirini kazanacak güçlü bir hareket inşa etmenin bir anlamı olmaz. Bu, üzerine titrenecek boş bir ülkü değildir: Bir savaş cephesidir. Ülkü, kılavuzluk eden ve harekete geçirici kuvvet olan anarşizm biçimindedir.

Liberter komünizm, devlet ve özel mülkiyet olmadan örgütlenen bir toplumdur. Bu amaç doğrultusunda yeni bir şey icat etmeye ya da yeni bir örgüt kotarmaya gerek yoktur. Gelecekte yaşamın örgütleneceği merkezler bugünün toplumunda zaten mevcuttur: Özgür sendika ve özgür belediye.

Sendika: Fabrikalarda ve kolektif sömürünün söz konusu olduğu her yerde işçileri kendiliğinden bir araya getirir.

Özgür Belediye: Köy ve mezra sakinlerini yine kendiliğinden bir araya getiren ve kırsal kesimde toplumsal yaşamdaki sorunlarının çözüm yoluna işaret eden, kökleri geçmişe uzanan meclis. (Yazar, köy derken nüfusu birkaç bine kadar çıkan bir kırsal yerleşim yerini kastetmektedir –Ed.)

Federal ve demokratik ilkelerle işleyen her iki örgütlenme türü de karar alırken, daha yüksek bir organa minnettar kalmaksızın bağımsız olacak; yegâne yükümlülükleri, endüstriyel federasyonlarda örgütlenmiş irtibat ve iletişim organları için iktisadi gerekliliğin dayatmasıyla birbirleriyle federe hâle gelmektir.

Sendika ve özgür belediye, şu anda özel mülkiyet altında olan her şeyi ortaklaşa [kolektif] ya da ortak sahiplik altına alacak, her yerellikte üretimle tüketimi (kısacası ekonomiyi) düzenleyecektir.

İki terimin (komünizm ve liberter) bir araya gelmesi iki fikrin kaynaşmasının bir işaretidir: Bunlardan biri, bireylerin bağımsızlığını hiçbir şekilde zayıflatmadan onların katkısını ve işbirliğini sağlayarak, bir bütün olarak uyumu beraberinde getirme eğiliminde olan kolektivist bir fikirdir; ötekisiyse, bağımsızlıklarına saygı gösterileceği konusunda bireylerin endişelerini gidermeyi amaçlayan bireyci bir fikirdir.

Kendi başına hiçbir şey elde edemeyeceğinden ötürü fabrika işçisinin, demiryolu işçisinin ya da emekçinin, gerek işini yapmak gerekse bir birey olarak çıkarlarını korumak için iş arkadaşlarıyla gücünü birleştirmesi gerekir. Bunun aksine bir zanaatkâr ve toprak işçisi bağımsız yaşayabilir, hatta kendi kendine yeterli de olabilir –bunun sonucunda, bireycilik ruhu onlarda iyice yer etmiştir. Böylece, sendika kolektivist örgütlenme ihtiyacını karşılarken, özgür belediye ise köylünün bireyci duygularına daha uygun düşmektedir.

Yoksulluk bir belirtidir ve kölelik bir hastalıktır. Eğer yalnızca görünenlere göre hareket edecek olursak, yoksulluğun günümüz toplumunun en kötü özelliği olarak öne çıktığını hepimiz kabul ederiz. Ancak, insanı yoksulluk çekmeye mahkûm eden ve ona karşı isyan etmekten alıkoyan en kötü hastalık köleliktir. En büyük kötülük, işçiyi sömürerek kendisini zenginleştiren sermayeden ziyade silahlı kuvvetleri ve hapsetme yetkisi sayesinde işçiyi boyunduruğu altında tutan, onu korunmasız ve savunmasız bırakan devlettir.

Bugün toplumda yakındığımız her hastalığın kökü (hepsini burada sıralamak yersiz olur) iktidar [erk] kurumunda, yani devlette ve biriktirilmesi sermayeyi yaratan özel mülkiyet kurumunda yatar. İnsan, kontrolünden kaçan bu iki toplumsal illetin insafına kalmıştır: Bu ikisi insanı, zengin olduğunda adi, cimri ve dayanışmadan yoksun; gücü kullandığında insanların çektikleri acılara son derece duyarsız yapar. Yoksulluk alçaltır ama zenginlik de yoldan çıkarır. İtaat insanı yere kapaklanmaya zorlarken, otorite [yetke] onun duyarlılıklarını sakatlar. Doymak bilmez kâr arzusuyla sermayeden daha fazla gözyaşına ve kan banyosuna neden olan başka bir şey şimdiye kadar görülmemiştir. Tarih, otoritenin gerçekleştirdiği suçlarla ve işkencelerle doludur.

Gücün biriktirilmesi gibi zenginliğin de bir azınlık tarafından biriktirilmesi ancak diğerlerinin mahrum bırakılması uğruna gerçekleştirilebilir. Yoksulluğu yok etmek ve keza köleliğe son vermek için, mülkiyetin ve gücün biriktirilmesine karşı direnmek gerekir; böylece, hiç kimse ihtiyacından fazlasını almayacak ve hiç kimsenin diğerlerine patronluk yapmasına izin verilmeyecektir.

İki temel dürtü. Doğamız gereği ve yaşam şeklimiz yüzünden insanların sahip oldukları iki çaba bastırılamaz: Geçim çabası, yani ekonomik ihtiyaçlarımızı karşılamak için gereken her şey (besin, giyim, barınma, eğitim, tıbbi yardım ve haberleşme araçları gibi); özgürlük çabası ya da kendi eylemlerimizi kontrol etme. Dışsal baskılar başlı başına bizde tiksintiye yol açmazlar, çünkü doğanın dayattıklarına boyun eğeriz. Bizi asıl tiksindiren ve isyan ettiren, rastgele ve başkalarının eseri olan baskıdır. Bir kısıtlamanın adil olduğuna inanıyorsak ve bunun kararını vermenin bize bırakılması koşuluyla, buna aldırış etmeyiz. Ancak, eğer bu kısıtlama görüşümüz alınmadan bize dayatılıyorsa, tüm gücümüzle ona karşı çıkarız.

Bu özgürlük duygusu (kendi kendimizin efendisi olma tutkusu) öylesine canlı, öylesine yoğundur ki bununla ilgili eski bir halk hikâyesi anlatılır: Hikâyede, bir hanın sağladığı yiyecek ve barınma olanağını, hanın sıcaklığını terk edip kendisini yollara vuran bir asilzadeden bahsedilir; özgürlüğünü korumak için yapar bunu, çünkü handa kalıp sunulan olanaklardan yararlanmak için hanın bir kışlayı andıran disiplinine uyması gerekir.

Liberter komünizm, ekonomik ihtiyacın tatmin edilmesini mümkün kılarken, bu özgür olma arzusuna da saygı göstermelidir. Özgürlük aşkından ötürü manastır ya da kışla tarzı komünizmi, karınca kolonisi ve arı kovanı komünizmini, Rusya’daki çoban-sürü türü komünizmi reddediyoruz.

Önyargılar: Bu yazıyı tüyleri diken diken olmuş bir hâlde, önyargılıyla okuyanlara bunlar saçma gözükecektir. Bunun sıkıntısını çekenlerin önyargılarından kurtulmalarına yardımcı olmak için gelin bu önyargıları inceleyelim.

Birinci önyargı: Krizin geçici olduğu inancı.

Sermaye ve devlet çok eski iki kurumdur; gittikçe ağırlaşan ve tedavisi mümkün olmayan, dünya çapında bir krizle karşı karşıyalar. Doğal dünyadaki her şey gibi bunlar da parçalanmakta olan özleri içinde, kendi yerlerini alacak organizmaların tohumlarını taşıyan iki organizmadır. Doğanın dünyasında yaratım ve yıkım yoktur, yalnızca her şey dönüşmektedir. Sermaye kendi pisliğinde boğuluyor. İşsizlik sürekli yükseliyor, çünkü tüketim, makineler sayesinde hızla artan üretimin hızına yetişemiyor. İşsizler devrimin askerleridir. Açlık tecrit edilmiş bireyi korkaklaştırır, ancak bu açlık yaygın olarak hissedildiğinde bir öfke ve cesaret kaynağı hâline gelir. İşçi sınıfı arasında yıkıcı fikirler büyüyor ve ilerliyor. Keza devlet de kendi kuvvetinin entrikaları içerisinde boğulmakta. Devlet, asalaklığın ölümcül ağırlığını vergi mükelleflerinden çalınan vergilere yükleyerek, giderek daha baskıcı kuvvetleri ve daha büyük bir bürokrasiyi kullanmak zorunda kalıyor. Çökme tehlikesiyle karşı karşıya olmasından ötürü yapıyı destekliyor. An ve an giderek keskinleşen bireysel bilinç, devletin koyduğu sınırlarla açıkça çatışıyor. Çöküşün yakınlaşması devleti, daha demokratik biçimlere doğru olan tarihsel evriminden geri gitmeye sevk etmiştir; Rusya’daki işçi sınıfı diktatörlüğü dahil olmak üzere, İtalya’da faşizm ve başka yerlerde diktatörlük cübbesini giymektedir. İşçi sınıfının yaşlı sermaye kurumu karşısında taleplerinin giderek artmasını sağlayan şey “ya batarsın ya çıkarsın” türü krizlerdir; devlet denilen bu yaşlı, çok yaşlı kurum artık halkın liberter tutkularının önünü kesmektedir. Halk onun üstesinden gelecektir.

Eski sisteme sıkı sıkıya yapışıp, geçici çareler ya da reformlar bulmaya, sorunları halının altına süpürmeye çalışmak boşunadır –Henry George’un “tek vergi”si kadar cezbedici olsalar bile bu geçici çareler, bir ayağı çukurda olan bir organizmaya yeni bir soluk getirmek için artık çok geç olduğundan beyhudedirler. Bunun yerine, toplum yaşamında bir yer bulmaya çalışan çığır açıcı kuvvetlerden doğmaya çabalayan, yok olması gerekenin yerini almayı amaçlayan görüş hâkim olmalıdır.

İkinci önyargı: Liberter komünizmin cehaletin bir ürünü olduğu faraziyesi.

Üniversite diploması olmayan, eğitimsiz ve yontulmamış olduğu söylenen insanların liberter komünizmi desteklenmesinden ötürü, bu yaklaşımın yaşamın karmaşıklıklarını ve bu kadar geniş ölçekli bir değişime içkin sorunları hesaba katamayan, basite indirgeyici bir çözüm olduğu farz edilir.

Kolektif olarak bakıldığında, işçiler sosyoloji hakkında aydınlardan daha çok şey bilirler; çözümler söz konusu olduğunda daha uzak görüşlüdürler. Dolayısıyla, bir meslek dalında fazla kişinin olması sorununu ele aldığımızda, örneğin doktorların ya da avukatların aklına gelen yegâne çözüm fakültelere girişin kısıtlanmasıdır; yani “Boş yerler doldu. Başka kimseye yer yok” demektir. Onlar, bunu söyleyerek, giderek artan sayılarla amfilerin yolunu tutan yeni kuşakları başka bir kariyer peşinde gitmeye, aksi takdirde şiddetli protestolara başvurmaya sevk ederler. Bu çözüm saçma, basite indirgeyici ve (başkaları karşısındaki üstünlüklerinden gurur duyan insanlara pek uygun olmayan) zararlı bir çözümdür.

Öte yandan işçiler, sosyoloji kitapları (ile mücadelelerine) uygun olarak, tek bir sınıfla ya da bir sınıfın tek bir kuşağıyla sınırlı kalmayıp toplumdaki tüm sınıflar için geçerli bir çözüm öne sürmeye cüret ederler. Nitelikli sosyologların bilimsel ve felsefi düzeyde zaten gündeme getirmiş oldukları, tüm insanlara ekmek ve kültür sağlanması temelinde toplumsal soruna getirilen diğer teorik çözümler karşısında iddiasını sürdüren bir çözümdür bu.

Eğer bu çözümü telaffuz eden “cahil” kişilerse, bunun nedeni aldıkları tüm saygın eğitime rağmen aydınların bu konuda hiçbir şey bilmemeleridir. Eğer işçi sınıfı bu çözümü kendi bayrağı olarak benimserse, bunun nedeni kolektif olarak işçi sınıfının, bir bütün olarak aydın sınıflardan çok daha keskin bir gelecek görüşüne ve daha engin bir ruha sahip olmasıdır.

Üçüncü önyargı: Aydın aristokrasisi.

Bu, insanların özgür bir yaşam sürmek için gerekli donanıma sahip olmadıkları, dolayısıyla da denetime ihtiyaçları olduğu tavrıdır. Aydınlar, soylu kesimin bugüne kadar halk üzerinde sahip olduğu aynı aristokratik ayrıcalıktan faydalanmayı amaçlarlar. İnsanların liderleri ve eğitmenleri olmayı arzularlar.

Her parlayan altın değildir. Ne de kaderin cilvesiyle eğitimden mahrum kalanların entelektüel konumları hafife alınmalıdır. Diplomanın sağladığı kanatlara rağmen avamın bir adım ötesine geçemeyen birçok aydın vardır. Bunun tersine, işçi sınıfından pek çok kişi de yetenek açısından aydınlara denktir.

Mesleğe yönelik üniversite eğitimi hiçbir şekilde bir üstünlük ifade etmez, çünkü bu eğitim açık rekabetle değil iktisadi ayrıcalığın koruması altından elde edilmiştir.

Aklıselim, çabuk kavrayabilme, sezgisel beceri ve özgünlük dediğimiz şeyler üniversitelerde alınıp satılabilecek şeyler değildir. Bunlar okuma yazması olmayanlarda da, aydınlarda da aynı ölçüde bulunabilir.

Tüm feci cahilliğine rağmen yontulmamış bir zihniyet, ayrıcalıkla zehirlenmiş ve hafızlama şeklindeki rutin öğrenimle yalama olmuş zihinlere yeğdir.

Kültürlü olabilirler, ancak aydınlarımızın haysiyet duygusu gelişmemiştir. Bu duygu, kültürsüz oldukları farzolunan halkta kimi zaman çok daha belirgindir.

Temiz bir işe sahip olmak, bir mesleğe sahip olmaya herhangi bir üstünlük ifade etmez; bu tür bir işe sahip olan insanların diğerlerini yönetmesi ve onlara emir vermesi gerektiğini söylemek, basite indirgeyici ve çocukçadır.

Dördüncü önyargı: Bizim sanatı, bilimi ya da kültürü hor gördüğümüz iddiası.

Bizim konumumuz, bu üç faaliyetin neden yoksulluğa ve insanın köleliğine dayanarak ışık saçmak zorunda olduklarını anlamadığımız şeklindedir. Bize göre bu gibi gereksiz kötülüklerle uyumlu olmamalıdırlar. Eğer ışık saçmak için çirkinlikle, cahillikle ve kültürsüzlükle karşıtlık kurmaları gerekiyorsa, hiçbirini istemediğimizi ilan ediyor, bunu söyleyerek aykırı bir düşünceyi dile getirmekten ötürü vicdan azabı da duymuyoruz.

Sanat, bilim ya da kültür ne parayla satın alınabilir, ne de güçle elde edilebilir. Tam tersine, eğer bir değerleri varsa bunun kaynağı boyun eğmeyi kabul etmemeleri ve başkasının emrinde olmaya karşı çıkmalarıdır. Sanatsal adanmışlıktan, yetenekten, sorgulama dürtüsünden ve mükemmellik hevesinden kaynaklanırlar. Maecanas [şair Virgilius ile Horatius’un hamisi] ya da Sezarlar tarafından canlandırılmış şeyler değildirler. Herhangi bir yerde kendiliğinden ortaya çıkabilirler ve tek ihtiyaçları yolları üzerinde engel olmamasıdır. Beşeri olanın meyveleridirler ve hükümetin patent ofisi kurmasının ya da kültür ödülleri vermesinin, onlara herhangi bir şey kattığına inanmak saflık olur.

İşçi ekmek talep ettiği, ısrarla adalet istediği ve kendisini özgürleştirmeye çalıştığı zaman sanatı, bilimi ve kültürü tahrip edeceği suçlamasıyla karşılaşırsa, put kırıcı [ikonoklast] olması, kendisini köleliğe ve yoksulluğa mahkûm etmekte kullanılan kutsal putları tek bir darbeyle alaşağı etmesi gayet doğaldır. Refahın artmasıyla ve özgürlükten yararlanılmasıyla birlikte sanatın, bilimin ya da kültürün herhangi bir şekilde gerileyeceğini kim söylüyor?

Beşinci önyargı: Yeni bir yaşam inşa edecek donanıma sahip olmamamız.

Yeni iktisadi düzen, uzmanlarla vasıfsız emekçi arasında bulunana benzer bir teknik yardıma gereksinim duyar. Bugün devrimci kuvvetlerin üretimde işbirliği yapması gibi, yarın da herkes işbirliği yapmak zorunda olacaktır. Yani, yeni yaşam bir bütün olarak bugün toplumda var olan becerilerle yargılanmamalıdır. Teknisyeni çalışmaya sevk eden şey burjuvaziye duyduğu sevgi değildir, iktisadi zorunluluktur. Yarın, herkesi üretimde işbirliği yapmaya sevk edecek şey de iktisadi zorunluluk olacaktır, ancak sağlıklı tüm yurttaşların hissedecekleri bir iktisadi zorunluluktur bu. Bizler, yalnızca adanmış ya da erdemli olmaları yüzünden çalışanlara güveniyor değiliz.

Dolayısıyla, ne yeteneklerimizle, ne de (siyasetçilerinki kadar sahte olacak) doğuştan gelen sıra dışı hünerlerimizle dünyanın gözünü kamaştırmamız gerekiyor. Hiç kimseyi kurtarmayı teklif etmiyoruz. Bizler, insanların üretim yapmaları için köleleştirilmelerinin gerekmeyeceği, sermayenin açgözlülüğüne boyun eğmelerini sağlamak için yoksulluğun kullanılmayacağı, yöneten/yönlendiren gücün kapris ya da özel/kişisel menfaat olmayacağı, aksine her birimizin kuvveti ve yeteneği ölçüsünde emeğiyle bütünün ahengine katkıda bulunacağımız bir rejimi savunuyoruz.

Altıncı önyargı: Bir toplum mimarına gereksinim olduğu inancı.

Düzeni sürdürmek için toplumun iktidara ihtiyacı olduğu ya da polis kuvveti olmazsa kitlenin kaosa sürükleneceği inancı, siyasetin beslediği bir önyargıdır. İnsan toplumlarını bir arada tutan şey ne iktidarların dayatmalarıdır, ne de yanlış bir şekilde sürekli kendilerinin böyle bir niteliğe sahip olduklarını hayal eden hükümettekilerin zekice öngörüleridir. Toplumları bir arada tutan şey toplumculluk içgüdüsü ve karşılıklı yardımlaşma ihtiyacıdır. Dahası, toplumların giderek daha mükemmel biçimler almaları seçtikleri liderlerden ötürü değil, toplumu oluşturanlar arasında kendiliğinden var olan gelişme eğilimden, her insan grubunda doğuştan var olan bu tür bir özlemden ötürüdür.

Sanki büyüme ve olgunlaşma dışsal bir nedenden kaynaklanıyormuşçasına, aynı yanlış düşünceden hareketle bir çocuğun büyümesini ve gelişimini de ebeveynlerinin bakımına atfederiz. Ancak, büyüme ve gelişme, hiç kimsenin sebep olmasına gerek olmaksızın her çocukta mevcut olan bir şeydir. Asıl önemli olan, kimsenin bunlara engel olmayıp önlerini kesmemesidir.

Çocuk aynı tarzda eğitilir ve okutulur: Doğal eğilimle. Öğretmen çocuğun özümseme becerisinde ve şekillenmesinde kendisine pay çıkarabilir, ancak işin doğrusu (yoluna engeller çıkarılmaması koşuluyla) onu yönlendirecek hiç kimse olmadığında bile öğrenenin ve eğitilenin çocuğun kendisi olduğudur. Akılcı pedagojide (yani “çocuk merkezli eğitim” –Ed.) öğretmelerin asli rolü, biyolojik açıdan mütevazı bir görev olan çocuğun bilgiyi özümseyip kendisini şekillendirmesine giden yolu temizleyip engelleri ortadan kaldırmaktır. Kendi kendilerini yetiştirmiş insanlar, öğretmenin eğitim sürecinin ayrılmaz bir parçası olmadığına ilişkin epeyce bir kanıt sunarlar.

Tıp hakkında da aynı şeyleri söyleyebiliriz. Doktor hastanın iyileşmesinin kendi eseri olduğunu iddia edebilir ve kamuoyu da buna büyük ölçüde inanabilir. Ancak, tedavinin gerçek sorumlusu vücudun kendiliğinden dengesini yeniden bulma eğilimi ve vücudun savunma mekanizmalarıdır. Vücudun sağlığını yeniden kazanmasının önündeki engel ve mâniaları uzaklaştırmak, doktorun yine biyolojik bir tevazuuyla işini en iyi yapmasının yoludur. Hastanın doktora rağmen iyileştiği vaka sayısı hiç de az değildir.

İnsan toplumlarının örgütlenmek ve bu örgütlenmeyi mükemmelleştirmek için hiç kimsenin teşvikine ihtiyacı yoktur. Kimsenin engellememesi ve ket vurmaması yeterlidir. Yine, insanı geliştirmeyi arzulamak ve doğal insani eğilimlerin yerine erkin tertiplerini ya da orkestra şefinin çubuğunu geçirmeyi amaçlamak saflık olacaktır. Biz anarşistler, biyolojik tevazuuyla, düzenleyici eğilimlerin ve içgüdülerin özgürce hüküm sürmesini talep ediyoruz.

Yedinci önyargı: Bilgiyi deneyimin önüne koymak.

Bu, ustalığın eğitimden önce, maharetin çıraklıktan önce, pratik deneyimin teşebbüslerden önce olmasını ya da nasırın sıkı çalışmadan önce ortaya çıkmasını istemeye benzer.

Daha en başından bizden kusursuz bir sistemle ortaya çıkmamız, aksilik ya da hata olmaksızın işlerin şu şekilde değil de bu şekilde olacağını garanti etmemiz istendi. Eğer yaşamak bu şekilde öğrenilseydi, çıraklık dönemimiz hiç bitmezdi. Ne bir çocuk yürümeyi ne de bir genç bisiklete binmeyi öğrenebilirdi. Aksine, gerçek yaşamda işler tam tersi şekilde yürür. Çalışmaya karar verilir ve bu çalışma sırasında öğrenilir. Doktor henüz işinin ehli olmadan pratik yapmaya başlar; zorluklar, hatalar ve birçok başarısızlık sayesinde ustalık kazanır. Ev işleriyle ilgilenen bir kadın, ev idaresi konusunda önceden herhangi bir eğitim almamasına rağmen yetersiz ücreti idareli kullanarak ailesinin batmaktan kurtarabilir. Karanlıktan çıkıp bir uzman hâline gelmek yavaş yavaş olur.

Liberter komünizmde yaşamak, yaşamayı öğrenmeye benzer olacaktır. Zayıf noktaları ve zaafları uygulamaya geçirildiğinde ortaya çıkacaktır. Eğer siyasetçi olsaydık, mükemmelliklerle dolu bir cennet resmederdik. İnsan olarak ve insan doğasının nasıl olabileceğinin bilincinde olarak, insanların yürümeyi yegâne olası yoldan giderek öğreneceklerine inanıyoruz: Yani yürüyerek.

Sekizinci önyargı: Aracılar olarak siyasetçiler.

Önyargıların en kötüsü, ülkünün ancak bir azınlığın –bu azınlık, siyasetçi olarak bilinmeyi arzu etmiyorsa bile– aracılığı sayesinde hayata geçirilebileceği inancıdır. Siyasetçiler rejimin görünürdeki yüzüne adlarını kazıyarak ve anayasal metinlere yeni maddeler ekleyerek kendilerini tatmin ederler. Dolayısıyla, Rus sistemini komünizm diye yutturmak mümkün olmuştur; tüm sınıflardan işçi sayısının on bir milyon (toplam nüfus 24 milyondur –Ed.) olduğu İspanya’yı bir İşçi Cumhuriyeti olarak göstermek mümkün olmuştur. Eğer liberter komünizmi gerçekleştirmek siyasetçilere kalmış olsaydı, ne komünist ne de liberter sayılamayacak bir rejimle yetinmek zorunda kalırdık.

Siyasal eylemin hokkabazlığı ve üçkâğıtçılığı karşısında, zihindeki fikrin derhal gerçekleştirilmesi anlamına gelen; soyut yazılı bir hayalin ya da uzaktaki bir vaadin değil de somut, gerçek olguların yapılması anlamına gelen doğrudan eylemi savunuyoruz. Bu, kendisini mesihlerin ellerine terk etmeden ve aracılara itimat etmeden, herkesin kararlaştırdığı bir anlaşmanın herkesçe uygulanmasıdır.

Doğrudan eyleme ne kadar fazla başvursak ve aracılardan ne kadar uzak durursak, liberter komünizmin gerçekleşmesi olasılığı o kadar artacaktır.

Toplumun İktisadi Örgütlenmesi

Liberter komünizm, herkesin üzerinde görüş birliğine vardığı yegâne bağ olduğundan bireyler arasındaki tek ortak bağın iktisadi çıkar olduğu bir iktisadi toplum örgütlenmesine dayanır. Liberter komünizmin toplumsal örgütlenmesi, toplumun refahını yaratan her şeyin (yani üretim araç ve gereçleri ile bizzat ürünlerin) ortak sahiplik altına alınmasını, herkesin bu üretime enerjisi ve yeteneği ölçüsünde katkıda bulunmasının ortak bir yükümlülük hâline getirilmesini, ardından da ürünlerin bireysel ihtiyaçlar uyarınca herkes arasında bölüştürülmesini amaçlar.

İktisadi bir işlev ya da iktisadi bir faaliyet niteliğine sahip olmayan şeyler, örgütlenmenin yetkisinin ve denetiminin dışında kalır. Sonuçta da kişisel girişime ve bireysel faaliyete açık olur.

Devleti temel alan bütün rejimlerin ortak özelliği olan siyasete dayalı örgütlenme ile devletten uzak duran bir rejimdeki iktisada dayalı örgütlenme arasındaki karşıtlık, bugün olduğundan daha radikal ve daha derin olamazdı. Bu karşıtlığın tam anlamıyla görülmesini sağlamak için aşağıdaki karşılaştırmalı planı hazırladık.

Siyasi Örgütlenme

  1. İnsanı, denetim ve gözetim olmadığında kendisini örgütlemekten ya da idare etmekten aciz bir genç olarak görür.
  2. Tüm güç devlete aittir: Ekonomide, eğitimde, adaletin yönetiminde, yasanın yorumlanmasında, refahın yaratılmasında ve tüm işlevlerin örgütlenmesinde.
  3. Devlet egemendir, tüm güç (ordu, polis, mahkemeler, hapishaneler) onun ellerinde toplanır. İnsanların savunmasız ve silahsız olmaları, demokrasilerde onlardan “egemen” diye bahsedilmesini engellemez.
  4. İnsanlar siyasi, dini ya da toplumsal inançlarına göre gruplandırılır; bunlar insanların en fazla farklılık ve değişkenlik gösterdikleri konular olduğu için asgari kriterler olduğu söylenebilir.
  5. Küçük bir azınlıktan oluşan devlet, çeşitli toplumsal gruplaşmalardan daha basiretli, becerikli ve akıllı olduğunu iddia eder. “Tek bir kafa, bir araya gelen tüm diğerlerinden daha bilgilidir.”
  6. Devlet, her zaman geçerli sabit bir normu [düzgü] (anayasasını ya da yasasını) şart koşarak, geleceği sakatladığı gibi aynı zamanda da çok yönlü olan ve durmaksızın değişen yaşamı kötürüm bırakır.
  7. Devlet, her şeyi feshederek kendinde toplar. İnsanların, paraları sökülmek, itaatkâr olmak, üretmek ve kontrolü elinde tutan insanın yüce iradesi önünde secde etmekten başka yapabileceği bir şey yoktur. Devlet şöyle der: “Gücü bana verirsen seni mutlu yapacağım.”
  8. Toplum iki karşıt kasta bölünmüştür: Emirleri verenler ve emirlere itaat edenler.
  9. Yalnızca kurgusal, kâğıt üzerinde kalan haklar verilir: Siyasi yanılsamanın kutsal ateşini beslemek için özgürlük, egemenlik, özerklik gibi.
  10. Toplumun ilerlemesi ve evrimi, devleti zorbaca ve mutlakıyetçi biçimlerle kendi çöküşüne götürür. Sosyalizm gibi faşizm de çok geç kalmış bir çözümdür. Devlet ayrıcalıklarını gizler ve onların üstünü örter, ancak bireysel ve sınıfsal bilincin gelişmesiyle birlikte bu çabasının tek sonucu, ayrıcalıklarını birer birer yitirmesi olur.
  11. Örgütlenmenin siyasi temelli olduğu durumlarda, hiyerarşi giderek tepede önem kazanır. İnsanların üzerinde kent konseyi, onun üzerinde il meclisi, onun üzerinde vali ve onun da üzerinde hükümet vardır.

Sendikal Örgütlenme

  1. Her mesleki kolektivitenin kendi işlerini düzenlemeye uygun olduğunu kabul eder. Denetim ve gözetimin gereksiz, devletin de işlevsiz olduğunu belirtir.
  2. İnisiyatif meslek örgütlenmelerine, eğitimin denetimi öğretmenlere, sağlık hizmetlerinin denetimi bu hizmetlerde çalışan işçilere, haberleşmenin denetimi meclislerde toplanan teknisyenlerle işçilere devredilirken, üretimin denetimi Sendikalar Federasyonuna ait olur.
  3. İktidar, her grubun gücü üyelerine vermesi nedeniyle kaynağına geri döner. Artık bir yerde birikmez, her birey iktidardan payını alır ve meclis, herkes neyi veriyorsa ona sahip olur.
  4. İnsanlar, mesleklerine ve ortak ihtiyaçlarına göre sendikada, yerelliğe ve ortak çıkarlarına göre özgür belediyede bir araya gelirler. Bu yolla, ortak olan şeyler azami düzeye çıkarılır.
  5. Meclis, kendi meslek dalında azami basirete, beceriye ve akla sahiptir. Bir araya gelen herkes, ne kadar bilgili olursa olsun bir kişiden daha bilgilidir.
  6. Sendikal örgütlenmede takip edilmesi gereken kılavuz ilkeler, koşulların ışığında sürekli gözden geçirilecektir.
  7. Aracıların ve kurtarıcıların yokluğunda her birey kendi işiyle kendisi ilgilenmeli ve aracılar olmadan işlerini idare etmeye alışmalıdır. Böylece, kendilerini yüzyıllık bir geçmişi olan siyasi eğitimle edindikleri alışkanlıktan kurtarmaları gerekir.
  8. Her yurttaş sadece bir üretici olmayı kabullenmez. İdari mevkiler geçici olacak, bu görevdekiler üretken emekten muaf tutulmayacaktır. Bu gibi mevkiler, sürekli olarak Meclislerde alınan kararlara bağlı olacaktır.
  9. Temel özgürlük, yani iktisadi özgürlük hayata geçirilir. Demokrasi, yani halkın halk tarafından yönetilmesi gerçeğe dönüştürülür. Federalizm, her belediyeye ve her üretken birime azami ölçüde özerkliğin ve bağımsızlığın verildiği gerçek bir federalizmdir.
  10. Mesleki kolektivitelerin evrimi, onların sürekli daha mükemmel olmalarına ve büyümelerine yol açar. Bu kolektiviteler, bireyin bencil çıkarlarının savunulmasından başlayarak, toplumdaki rollerinin getirdiği sorumluluğu kabul edecek donanıma sahip olmalarını sağlayacak şekilde gelişim göstermiştirler.
  11. Örgütlenmenin iktisadi temelli olduğu durumlarda, hiyerarşi aşağıdan yukarı doğru işler. Komitenin kararları genel kurul [üyelerin hepsinin hazır bulunduğu toplantı] tarafından, genel kurulun kararları meclis tarafından ve meclisin kararları insanlar tarafından iptal edilebilir.

Refah ve Emek

Bir ulusun halkı arasında paylaştırılması gereken iki şey vardır: Refah (ya da tüm nüfusun tüketimi için üretim yapma) ve bunu üretmek için gereken emek. Bu, adil ve eşitlikçi bir çözüm olacaktır. Aynı zamanda da akılcı. Ancak, kapitalist toplumda refah emek harcamayan bir kesime giderken, çalışma ise tüketimle ilgili ihtiyaçları karşılanmayan bir başka kesimin omuzlarına yüklenir. Yani, doğadaki durumun tam tersiyle karşı karşıyayız: Doğada, çalışan üyeye ya da organa daha çok besin ve kan sağlanır.

Refahın yıllık yaklaşık 25.000 milyon pesetayı bulduğu tahmin ediliyor [1935]. Bu refah gerektiği gibi dağıtılmış olsaydı, kişi başına yıllık 1.000 pesetadan biraz fazla bir gelirle İspanya’nın yaklaşık 24 milyonu bulan nüfusu rahat bir şekilde yaşıyor olacaktı. Dolayısıyla, beş kişilik bir ailenin yıllık geliri 5.000 peseta olacaktı –iktisadi bir ifadeyle herkesin hâlinin vaktinin yerinde olacağı bir durum.

Ancak, kapitalist sistemde sermayenin yıllık yüzde altı faiz getirmesi beklendiğinden ve otoritenin gelirle uygun olması gerektiğinden, bazı bireyler yılda birkaç milyon peseta gelire sahip olurken, geliri her bireye düşmesi gereken payın yarısını bile bulmayan aileler olması gerekir.

Pesetalar ve bunların nasıl paylaşılacağı meselesi, liberter komünist düzende gündemde olmayacaktır. Yalnızca ürünlerle uğraşılacak ve bunlar artık pesetayla değiştirilmeyecek, biriktirilemeyecek ve ihtiyaçlarına göre herkes arasında pay edilecektir.

Paylaşılması gereken diğer şey ise çalışmadır. Bu konuda da günümüzde adaletsiz ve insanı isyan ettiren bir eşitsizlik söz konusudur. Bazılarının yaşamlarını tembellik ederek geçirmesi için diğerlerinin günde sekiz, hatta on, on dört saat ter dökmesi gerekmektedir.

Bugün refahın üretilmesine yaklaşık yedi milyon kişi katıldığına, bu da günde ortalama sekiz saat çalışmalarını gerektirdiğine göre, eğer on dört milyon sağlıklı yurttaş çalışırsa, bu her kişi için günlük dört saatlik bir çalışma anlamına gelir.

Bu, iyi ve adil bir bölüşümden çıkarılabilecek açık ve basit bir derstir. Anarşistlerin gerçekleştirmeye çalıştığı ütopya budur.

Ülkemizin İktisadi Potansiyelleri

Liberter komünizmin Avrupa ulusları arasında yalnızca ülkemizde uygulamaya geçirilmesi, beklenebileceği üzere kapitalist ulusların düşmanlığını uyandıracaktır. Burjuva emperyalizmi, kendi tebaasının çıkarlarını savunmak bahanesiyle, sistemimizi daha en başında ezmek için silahlı kuvvetleriyle müdahale etmeye teşebbüs edecektir. Bir ya da birden çok farklı güç adına yapılacak silahlı müdahale bir dünya savaşının önünü açacaktır. Dolayısıyla kapitalist uluslar, kendi ülkelerinde olası bir toplumsal devrim tehlikesinden sakınmak amacıyla, Rusya’da yaptıkları gibi varlığını sürdüren gerici tabyaları kullanarak gizlice paralı bir ordu finanse etme taktiğini tercih edeceklerdir.

Benzeri mücadelelerle aynı türden durumların halkımızın tarihinde hafızalara kazınmış olması ve toprağımızın topografik koşulları, bağımsızlık kavgamızda bize güven veriyor. Eğer insanlar kırsal kesimdeki kaynakları en iyi şekilde kullanır, böylece de daha rahat bir yaşam standardına kavuşurlarsa, liberter komünizmin en sadık savunucuları hâline geleceklerdir.

Diğer bir tehdit, kıyılarımızın kapitalist ulusların savaş gemilerince abluka altına alınması, bunun sonucunda yalnızca kendi kaynaklarımıza dayanmak zorunda kalmamızdır. Kıyılarımızın uzunluğu nedeniyle böyle bir ablukadan kolayca sakınılabilir. Ancak, bu yine de olasıdır ve sorunu önceden ele almamız gerekmektedir.

İthalat yapmadan durumu idare edebilecek kadar üretim yapıyor muyuz?

Buna daha yakından bakalım. Bugünkü rakamlar gelecekteki duruma tam olarak uygulanabilir olmayacaktır, çünkü ne ithal etmemiz gerektiğiyle neyi ithal etmenin kârlı olduğu pek birbirine denk düşmez, bunlar her zaman aynı şey değildir. Örneğin, kömürü yeraltından çıkartabiliriz, ancak kendimizinkiyle karşılaştırıldığında daha uygun fiyatlı olmasından ötürü İngiliz kömürü ithal ediyoruz. Bu yıl, Endülüs’de bolca buğday olması nedeniyle ihtiyacımız olmamasına karşın Arjantin buğdayı ithal edildi.

İstatistiklere göre tarımsal ürünlerde kendi kendimize yeterliyiz: Büyük miktarlarda zeytinyağı, narenciye, pirinç, sebze, patates, kayısı, şarap ve meyve ihraç ediyoruz. Arpa ithal etmemize karşın tahıl ürünlerinde de kendi kendimize yeterliyiz. İhtiyacımızdan fazla madene sahibiz.

Ancak, petrol ve petrol yan ürünleri (benzin, ağır yağlar, yağlayıcı maddeler vb.), kauçuk, pamuk ve kâğıt hamurunda ithalata bağımlıyız. Ulaşımın büyük önemi olduğu düşünülürse, petrol yokluğu ekonomimizin ilerlemesi önünde ciddi bir engel olabilir. Sonuç olarak, abluka uygulanması durumunda tüm enerjimizi petrol aramaya, mevcut olduğuna inanılmakla birlikte yerleri henüz saptanmamış yeni kuyuların açılmasına ayırmamız hayati olacaktır. Petrol, ülkemizde her ikisi de bolca bulunan yumuşak kömürle linyitin damıtılmasıyla elde edilebilir. İhtiyaçlarımızı karşılamak için hâlihazırda mevcut olan bu endüstriye daha fazla ağırlık vermeliyiz. %30-50 oranında alkolle karıştırarak benzin stokumuzu artırabiliriz; bu karışım tüm motorlarda mükemmel sonuçlar vermektedir. Pirinç, buğday, patates, pekmez, üzüm, odun gibi şeylerden elde edilebildiği için alkol stokumuz tükenmeyecektir.

Kauçuğu, Almanya’da yapıldığı gibi sentetik olarak üretmek gerekecektir.

Başta Endülüs olmak üzere ülkemizde pamuk büyük bir başarıyla yetiştirilmektedir; bundan hareketle şu yargıda bulunabiliriz: Çıktı miktarındaki sürekli artış çok geçmeden ulus olarak gereksinimlerimizi karşılayacaktır. Ürünleri ihtiyacımızı aşan bağlar ve zeytin ağaçları yerine pamuk ekilebilir.

Yeniden ağaçlandırma programımızın yoğunlaştırılmasıyla birlikte kereste endüstrimiz ihtiyaçlarımızı karşılayacak şekilde büyütülebilir. Okaliptüs ve kereste çamı, en iyi kâğıt hamuru kaynaklarıdır.

Ancak, üretimin bugünkü durumunun ötesinde İspanya’nın sahip olduğu üretim potansiyeli düşünüldüğünde iyimser olmak için sebeplerimiz vardır. İspanya, henüz tam olarak yerleşilmemiş bir ülke, toplam kaynaklarının onda biri dahi henüz ortaya çıkarılmamış bir ülke olarak görülebilir.

Haddi hesabı olmayan enerji kaynağımız var; bu alanda İsviçre’nin ardından ikinci sıradayız. Göletler ve sulama kanalları inşası neredeyse bakir bir alan. Tahmini 50 milyon hektar olan ekilebilir arazilerimizin yarısını bile kullanmıyoruz. Ekilebilir arazilerimizin iyileştirilmesi gerekiyor: Yoğun tarımcılık geliştirilmeli ve çiftlik makineleri her yerde uygulamaya sokulmalı. Bugün yalnızca zengin toprak sahiplerinin elinde bulunan çiftlik makinelerinin belediyedeki tüm topraklarda kullanıma sunulması sonucunda, herkesin birlikte çalıştığı bir sistem üretimin artırılmasını sağlayacaktır.

Üretimle tüketimin denkleştirilmesi henüz denenmemiş bir şeydir. Yeterinden fazla toprağımız var. Toprağın yanı sıra ihtiyacımızdan fazla insan enerjimiz var ki bu üretim potansiyeli demektir.

İnsan enerjisi fazlası sorun olmak şöyle dursun, liberter komünizmin başarısının garantisidir. Eğer ortada işçi fazlası varsa, mantıksal olarak daha az çalışmamızın yeterli olacağı anlamı çıkar ve önümüzde iki yol vardır. Ya iş gününü kısaltacağız ya da üretimi artıracağız.

Emek gücü fazlası, bireyin iş gününü kısaltabileceğimiz, işteki artışı (göletlerle kanalların inşa edilmesi, yeniden ağaçlandırma çalışması, ekimin artırılması, maden üretiminde artış ve hidroelektrik enerjinin kullanılması) karşılayabileceğimiz ve belli bir endüstride üretimi hızlandırabileceğimiz anlamına gelir.

Vardiyalı çalışma sayesinde bir fabrikanın üretimini artırmak ya da makine miktarını artırmaksızın günlük üretim rakamlarını ikiye katlamak üzere personelden en iyi şekilde faydalanılması kolaylaşacaktır. Mevcut çalışanlar, her vardiyanın çok sayıda çırak kabul edeceği, ardı ardına çalışacak iki vardiyaya bölünebilecek kadar vasıflı gözükmektedir.

Böylelikle, yeni fabrikalar kurmak gibi zorlu bir işe kalkışmaya ve makineleri geliştirmeye ya da artırmaya gerek kalmadan, en yetersiz endüstrilerinin üretimleri bile iki katına çıkarılabilir.

Sonuçta, ülkemizin kendi kendine yeterli olabileceği, birkaç yıl sürecek bir ablukanın zorluklarına dayanabileceği gösterilebilir. Gerçek bir zorunlulukla kuşatıldığımızda, sıkıntılı durumun yaratıcı dürtülerimizi ve pratik zekâmızı harekete geçirmesi sayesinde, uzmanların değil bizlerin doğaçlama bir şekilde anında bulacağımız çözümler geliştirilecektir.

Her şeyi doğaçlama getirilecek çözümlere bırakamayız, ancak bunun kritik durumlarda yardımcı olabileceğini de gözden uzak tutmamalıyız, çünkü en becerikli olduğumuz zamanlar tam da böylesi durumlardır.

Uygulamaya Geçirme

Liberter komünizm, sayesinde şehir ve köylerdeki iktisadi yaşamın her yerelliğin kendine özgü ihtiyaçlarının ışığı altında sürdürüldüğü, hâlihazırda mevcut olan örgütlenmelere dayanır. Bu organizmalar sendika ve özgür belediyedir. Sendika, bireyleri işin mizacına ya da günlük ilişkilerine göre gruplaştırarak, onları bir araya getirir. İlk olarak bir fabrika, atölye ya da firma işçilerini grup hâline getirir; bu, yalnızca kendisini ilgilendiren şeyler konusunda özerklikten istifade eden en küçük hücredir. Bunlar, aynı türden hücrelerle birlikte endüstriyel ya da bölümsel sendika içerisinde bir seksiyon [şube] oluştururlar. Kendi başlarına bir sendika oluşturacak kadar sayıya sahip olmayan işçilerle ilgilenmek için genel meslekler sendikası [general trades union] vardır. Yerel sendikalar birbirleriyle federe hâle gelerek yerel federasyonu oluştururlar; yerel federasyon, sendikalar tarafından seçilen komiteden, tüm komitelerin genel kurulundan ve son tahlilde egemenliği en üst düzeyde elinde tutan genel meclisten meydana gelir.

Özgür belediye, çok küçük bir yerellikteki (köy ya da mecra) işçi meclisidir; tüm yerel konularda egemen güçlere sahiptir. Kökleri çok eskiye uzanan bir kurum olarak, siyasal kurumlarca sulandırılmış olmasına karşın eski egemenliğini tekrar kazanabilir ve yerel yaşamı örgütleme görevini üstlenebilir.

Ulusal ekonomi, ulusu meydana getiren çeşitli yerellikler arasında eşgüdümün sağlanmasının bir sonucudur. Her yerellik düzenli işleyen ve iyi idare edilen bir ekonomiye sahip olduğunda, bütün de uyumlu bir düzenleme olacak ve ulus kendisiyle tamamen barışık olacaktır. Mesele mükemmelliğin yukarıdan dayatılması zorunluluğu değildir, aksine zorlama bir gelişme yerine kendiliğinden büyümeye yol açacak şekilde tabandan gelişip büyüme meselesidir. Aynen bireyler arasındaki anlaşmanın aralarındaki temas sayesinde ortaya çıkması gibi, yerellikler arasındaki uyum da benzer bir şekilde elde edilecektir; gerek genel kurullarla kongrelerdeki duruma bağlı ve dönemsel temaslar, gerekse endüstriyel federasyonlarca oluşturulan kalıcı ve sürekli temaslar sayesinde.

Gelin şimdi de kırsal kesimdeki, şehirlerdeki örgütlenmeye ve bir bütün olarak ekonominin örgütlenmesine ayrı ayrı bakalım.

Kırsal Kesimde

Yalnızca özgür belediyenin faal hâle getirilmesini gerektirdiği için liberter komünizmin en az karışıklık yaratacağı yer kırsal kesimdir.

Özgür belediye ya da komün, esasen üretim ve dağıtım olmak üzere yerel işlerin idaresi ve düzenlenmesi konularında tam yetkili olan bir meclis (konsey) içinde bir araya gelen bir köyün ya da mecranın tüm sakinlerinden oluşur.

Küçük bir teşekkül olarak görülen konsey günümüzde istediğini yapabilen bir eyleyici [ajan] değildir ve sırtından yaşamlarını sürdüren üç asalak kurum olan belediye, ilçe konseyi ya da hükümet, konseyin kararlarını geçersiz kılabilir.

Özgür belediyede, bugün olduğu gibi belediye alanının yalnızca bir kısmı değil, yetki alanı dâhilindeki tüm bölge ortak mülkiyet altında olacaktır; tepeler, ağaçlar ve çayırlar; ekilebilir araziler; işte kullanılan hayvanları ve eti için beslenen hayvanlar, binalar, makineler ve çiftlik aletleri; fazla malzemeler, orada yaşayanların biriktirdiği ya da depolarda sakladığı ürünler.

Sonuç olarak, varlığını sürdürecek yegâne özel mülkiyet, her bireye gerekli olan şeyler üzerinde olacaktır –kalacak yer, giysiler, mobilya, meslek aletleri, her oturana tahsis edilecek ve kendi tüketimleri için ya da hobi olarak kullanılabilecek toprak parçası, ufak tefek çiftlik hayvanları ya da avluda beslenen kümes hayvanları gibi.

Meclisin daha önceden vardığı anlaşma uyarınca, gerekenden fazla olan her şey her zaman belediye tarafından toplanabilir, çünkü ihtiyacımız olmamasına karşın biriktirdiğimiz şeyler bize ait değildir, aksi takdirde herkesi bundan mahrum etmiş oluruz. Doğa bize ihtiyacımız kadar üzerinde mülkiyet hakkı verir, ancak hırsızlık yapmadan, kolektifin mülkiyet haklarını gasp etmeden ihtiyacımızın ötesine geçen herhangi bir şey üzerinde hak iddia edemeyiz.

Tüm sakinler eşit olacak,

  1. Tüm sakinler, yatkınlık (yaş, mesleki eğitim gibi) temelindeki ayrımının dışında, üretim faaliyetine katılır ve komünün varlığını sürdürmesine eşit derecede katkıda bulunurlar.
  2. Meclislerdeki idari karar-alma sürecine eşit şekilde katılır.
  3. İhtiyaçları ölçüsünde ya da zorunlu olduğunda tayınlamaya göre eşit tüketim haklarına sahiptir.

Çocuklar, hastalar ve yaşlılar hariç olmak üzere, topluluk için çalışmayı reddedenler tartışmalara katılma ve tüketme haklarından mahrum bırakılırlar.

Özgür belediye, başka yerelliklerdeki emsalleriyle ve ulusal endüstriyel federasyonlarla federe hâle gelecektir. Her yerellik fazla ürününü, karşılığında ihtiyacı olan şeyleri elde etmek üzere mübadeleye koyar. Demiryolları, otobanlar, göletler, çağlayan, yeniden ağaçlandırma gibi genel çıkarı ilgilendiren işlerde kendi payına düşen katkıyı yapar.

Özgür belediyenin üyeleri, bölgenin ya da ulusun genel çıkarı için yaptığı işbirliği karşılığında, postalar, telgraflar, telefonlar, demiryolları ve ulaşım; yan ürünleriyle birlikte elektrik şebeke sistemi; akıl hastaneleri, hastaneler, sanatoryumlar ve kaplıcalar; lise ve üniversite eğitimi gibi kamu hizmetlerinden, kendi yerelliklerinde imal edilmeyen malzemelerle ürünlerden faydalanma şansına sahip olacaktır.

İnsan enerjisi fazlası, hem yerele uygun düşen yeni iş ve ürünler için, hem de işin herkes arasında paylaştırılmasıyla çalışma süresinin ve her işçinin iş gününün azaltılması için kullanılacaktır.

Köylüler de özgür belediyeden rahatsız olmayacaklardır, çünkü ataları oldukça benzer bir şekilde yaşıyorlardı. Her köyde ortak işlere, az ya da çok komünal mülkiyete ve (yakacak ya da ot toplama gibi) ortaklaşa yapılan faaliyetlere rastlanabilir. Yine, kırsal ananelerde, olası her güçlüğe bir çözüm bulunmasını sağlayacak usuller, yollar ve araçlar vardır; bu usullere göre karar asla tek bir birey tarafından alınmaz (diğerleri tarafından belli bir görevi yapmak için seçilmiş olsa dahi) ve herkesin karara katılmasıyla alınır.

Şehirde

Şehirde, özgür belediyenin işini yerel federasyon yapar. Büyük nüfus merkezlerinde, böylesi büyük örgütler her ilçede var olabilir. Endüstriyel sendikalardan oluşan yerel federasyonda nihai egemenlik, tüm yerel üreticilerden meydana gelen genel meclise aittir.

Onların görevi, kendi yerelliklerinin gereksinimlerinin yanı sıra diğer yerelliklerin talepleri ışığı altında, başta üretim ve dağıtım olmak üzere kendi yerelliklerinde iktisadi yaşamı düzenlemektir.

Sendikalar, devrim anında fabrikaların, atölyelerin ve çalışma odalarının; kalacak yerlerin, bina ve arazilerin; kamusal hizmetlerle malzemelerin, hammaddelerle depolarda tutulan hammaddelerin kolektif mülkiyetini ele geçirecektir.

Üretici sendikaları ise kooperatifleri ya da dükkân ve pazar alanlarını kullanmak suretiyle dağıtımı düzenleyecektir.

Eğer kişiler tüm haklarından faydalanmak istiyorlarsa, ilgili sendika tarafından verilecek olan üretici cüzdanı vazgeçilmez bir zorunluluk olacaktır; tüketimle ilgili ayrıntılı bilgilerin yanı sıra ailenin büyüklüğü, ne kadar gün ve saat çalışıldığı gibi şeyler de bu cüzdanlara kaydedilecektir. Yalnızca çocuklar, yaşlılar ve hastalar bu zorunluluktan muaf tutulacaktır.

Üretici cüzdanının sağladığı haklar:

  1. Tayınlamaya ya da ihtiyaçlara göre, o yerellikte dağıtılan tüm ürünleri tüketme.
  2. Kişisel kullanım amacıyla uygun bir eve, gerekli mobilyaya, kolektifin karar vereceği üzere bir kümes bahçesine ya da bir toprak parçasına ya da bir bahçeye sahip olma.
  3. Kamusal hizmetleri kullanma.
  4. Kişinin fabrikasında, atölyesinde, firmasında, seksiyonunda, sendikasında ve yerel federasyonunda alınan kararlarda oylamaya katılması.

Yerel federasyon, kendi yerelinin ihtiyaçlarıyla ilgilenecek ve belli bir endüstrinin en uygun şekilde ya da ulusun en acil ihtiyaç duyduğu şekilde geliştirilmesini sağlayacaktır.

İşler sırasıyla genel meclisten sendikalara, sendikalardan seksiyonlara ve oradan da iş yerlerine olacak şekilde dağıtılacaktır. Bu yapılırken işsizlikten sakınılması, bir endüstrideki bir vardiya işçilerinin günlük üretiminin artırılması ya da gerekli iş günü uzunluğunun azaltılması amaçları sürekli göz önünde bulundurulacaktır.

Tamamen iktisadi olmayan tüm diğer uğraşlar, bireylerin ve grupların kişisel inisiyatifine bırakılmalıdır.

Her sendika, başta üretici sağlığının korunmasıyla ve işin daha makbul hâle getirilmesiyle ilgili faaliyetler olmak üzere, herkese fayda sağlayacak faaliyetlerle ilgilenmeye çalışmalıdır.

Genel İktisadi Düzen

İktisadi baskılar bireyi yerelliğin iktisadi yaşamına katılmaya zorlar. Aynı iktisadi baskılar, kolektifler tarafından da hissedilmeli ve onları ulusun iktisadi yaşamına katılmaya zorlamalıdır. Ancak, bu ihtiyaçların karşılanması için, otoriterliğin tohumlarını taşıyan ve bürokrasinin yuvası olmanın yanı sıra diktatörlüğün de odak noktası olan merkezi bir konseye ya da yüksek bir komiteye gerek yoktur. Yerellikler arasında karşılıklı anlaşmaya varmanın ötesinde bir mimara ya da buyurgan bir otoriteye ihtiyacımız olmadığını söylemiştik. Her yerelliğin (şehir, köy ya da mezra) kendi yaşantısını düzene sokmasıyla birlikte ulusun örgütlenmesi de tamamlanmış olacaktır. Yerelliklerle ilgili ekleyebileceğimiz bir şey daha var. Tüm üyelerin ihtiyaçlarının karşılanması güvence altına alınır alınmaz, belediyenin ya da federasyonun iktisadi yaşamı da mükemmelleştirilmiş olacaktır.

Biyolojide, bir organizmanın uygun fizyolojisine ve normalliğine ulaşması için onu meydana getiren her hücrenin işlevini yerine getirmesi gerekir; bu ise sadece bir tek şeyi gerektirir: Kan akışı ile sinirler arasındaki ilişkinin güvence altına alınması. Ulus hakkında da aynı şeyi söyleyebiliriz. Her yerellik üzerine düşeni yaptığında, kendinde eksik olanı getirip kendine engel teşkil edeni götüren kan akışı (başka bir deyişle ulaşım) güvence altına alındığında ve yerellikler birbirleriyle temas hâlinde olup karşılıklı ihtiyaçlarını ve potansiyellerini birbirlerine aktardıklarında, ulusun yaşamı da güvence altına alınmış ve normal olur.

İşte, tüm yurdu kapsayan bir planla yönetilmesi gereken –haberleşme (posta, telefon, telgraf) ve ulaşım (demiryolları, gemiler, karayolları ve havacılık) gibi– kolektifleştirilmiş hizmetlerin ayrıntılı bir şekilde düzenlenmesiyle ilgilenen organlardan ibaret olan ulusal-endüstriyel federasyonlar tam burada işin içine girer.

Özel işlevi yerelde yerine getirilemeyen yerel örgütler haricinde yerel örgütlenmenin üzerinde hiçbir üstyapı olmamalıdır. Ulusal iradenin yegâne temsilcileri olan kongreler, koşullar gerektirdiği zaman meclislerin referandum kararlarıyla kendilerine devredebileceği egemenliği geçici olarak ifa etmelidirler.

Ulusal ulaşım ve haberleşme federasyonlarının yanı sıra deniz haritacılığı, orman ya da elektrik federasyonları gibi bölge ya da il düzeyinde federasyonlar da olabilir.

Ulusal federasyonlar yolların, demiryollarının, binaların, malzemelerin ve atölyelerin ortak mülkiyetini elinde bulunduracaktır. Çabalarıyla ulusal ekonomiye katılan, ürünlerini ya da ürün fazlalarını sunan, ulusal talebi aşan miktarda üretim yapmaya çalışan, ihtiyaç duyulabilecek hizmetlerin üretilmesine katkıda bulunan yerellik ya da bireyler, ulusal federasyonların hizmetlerinden ücretsiz faydalanırlar.

Ulusal haberleşme ya da ulaşım federasyonlarının görevi, üretici bölgeler ile tüketici olanlar arasında ulaşım hizmetlerini oluşturarak, (balık, süt, meyve ve et gibi çabuk tüketilmesi gereken dayanıksız mallara öncelik vermek üzere) yerelliklerin birbirleriyle irtibatını sağlamaktır.

İhtiyaç duyan alanlara ve fazlanın üretildiği kalabalık olmayan alanlara güvenilir bir tedarik sağlanması, ulaşımın doğru örgütlenmesine bağlıdır.

Ne tek başına bir beyin ne de birkaç beyinden oluşan bir büro bu örgütlenmeyle ilgilenebilir. Bireyler birbirleriyle konuşarak ortak bir anlayışa ulaşırlar, yerellikler de birbiriyle irtibata geçerek aynı şeyi yaparlar. Her alanın hangi ürünlerde uzmanlaştığı gösteren bir kılavuz ya da elkitabı, belli bir alanın neye ihtiyacı olduğunu ve neyi sunduğunu belirterek tedarik sağlanması işini kolaylaştıracaktır.

Bırakalım zorunluluk, yerelliklerinin iktisadi yaşamına katkıda bulunmak üzere bireyleri çabalarını birleştirmeye zorlasın. Bırakalım benzer şekilde zorunluluk, ülke genelinde karşılıklı mübadele yoluyla kolektifleri faaliyetlerini düzenlemeye zorlasın; ve bırakalım dolaşım sistemi (ulaşım) ve sinir sistemi (haberleşme), yerellikler arasındaki irtibatın sağlanmasında üzerlerine düşeni yapsınlar.

Ne ekonominin işletilmesi ne de bireyin özgürlüğü daha karmaşık şeyleri gerektirmez.

Sonuç

Liberter komünizm, toplumun özgürce ve kendi isteğiyle örgütlenebileceği, toplumun evriminin suni sapmalar olmaksızın kendi mecrasında ilerleyebileceği açık bir kanaldır.

Liberter komünizm, üretimin ve çözüme ulaşmak için gerekli olan çalışmanın adaletli şekilde paylaşılması anlamına geldiği için iktisadi soruna getirilen çözümlerin en akılcı olanıdır. Orantılı üretim çabasına katılma zorunluluğundan hiç kimse kaytarmamalıdır, çünkü besinlerimizin kendiliğinden yetişmediği iklimlerde bu katı çalışma yasasını bize doğanın kendisi dayatır.

İktisadi zorlama, toplumun birleşme noktasıdır. Ancak, bütünün birey üzerindeki yegâne zorlaması budur ve bununla sınırlı kalmalıdır. Diğer tüm faaliyetler (kültürel, sanatsal ve bilimsel) kolektifin kontrolü dışında olmalı ve bunlarla ilgilenmeye, bunları teşvik etmeye hevesli grupların elinde olmalıdır.

Zorunlu iş günü (yani verili teknoloji düzeyinde fiilen gereken iş günü –Ed.), bireyin, merak ve hevesle beslenen; kendini tatmin etmek, kendini ödüllendirmek için yapacağı üretim (kontrol altındaki üretimin yanında daha başka, özgürce ve kendiliğinden yapılan üretim de olacaktır) için çalışma kapasitesini tüketmeyecektir. Başka bir toplumun, yani anarşizmin savunup propagandasını yaptığı yeni toplumun tohumları bu üretimde ekilerek filiz verecektir; toplumun ihtiyaçlarını karşıladığı sürece bireylerin örgütler tarafından denetlenip gözetlenmesi gereksiz hâle gelecektir.

Çoğu çürütülmeyi bile gerektirmeyecek kadar anlamsız olan binlerce itiraz yapılacaktır. Tembellik, sıkça tekrar edilen bir itirazdır. Tembellik, buna uygun bir iklimin doğal ürünüdür, çünkü bireyi üşengeç yaparak tembelliği meşrulaştıran bu doğadır.

Tembel olma hakkını kabul ediyoruz, ancak bu hakkı kullanmak isteyenler başkalarının yardımı olmaksızın başlarının çaresine bakmayı kabullenmelidirler. Tembel insanın, beceriksiz ve anti-sosyal olanın zenginleştiği, bolluğa, güce ve üne sahip olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Eğer bu insanlar tüm bunlardan vazgeçmeyi kabul ediyorlarsa, nasıl ki bugün fosilleşmiş hayvanlar sergileniyorlarsa, bu insanlardan arta kalanların da müzelerde ve galerilerde sergilenmesinin önünde hiçbir engel yoktur.

Nerede Duruyoruz: İsyancı İşçi Grubu (Rebel Worker Group)

  •  Anarko-sendikalizm, Sermaye ile Devletin çifte boyunduruğuna karşı sınıf savaşımına dayanan liberter bir işçi hareketidir. Amacı, toplumsal yaşamın liberter komünizm temelinde yeniden örgütlenmesi bilinçli hedefiyle tüm işçileri mücadeleci örgütler (devrimci sendikalist birlikler) içerisinde birleştirmektir.
  • Anarko-sendikalist örgütlenmelerin iki yönlü bir işlevi vardır. Birincisi, mevcut kapitalist toplum içerisinde iktisadi ve toplumsal ilerleme için mücadele verilmesi; ikincisi, tüm refahın toplumsallaştırılması yoluyla üretimle dağıtımda eksiksiz özyönetimi sağlamak üzere işçilerin kendi kendilerini eğitmesi.
  • Anarko-sendikalizm, tüm iktisadi ve toplumsal tekellerin kesinlikle karşısında yer alır. Siyasi iktidarın ele geçirilmesini değil, devletin toplum yaşamındaki tüm işlevlerinin tamamen ortadan kaldırılmasını hedefler. Dolayısıyla, tüm parlamenter faaliyetleri ve yasama organlarıyla diğer işbirliklerini reddeder. Tüm siyasi Partilerden ve İşçi Sendikası bürokrasilerinden bağımsız durarak ve onlara karşı çıkarak, iş yerleriyle topluluklardaki mücadeleci örgütleri savunur.
  • Anarko-sendikalizmin yegâne savaşım aracı tüm biçimleriyle Doğrudan Eylemdir (işgaller, grevler, boykotlar, sabotajlar, Genel Grev vb). Herkesin gerek mevcut savaşıma gerekse geleceğin özyönetimli toplumuna tam anlamıyla katılımını sağlamak amacıyla örgütlerinde merkeziyetçiliğe karşı çıkar. Liberter Federalizm temelinde örgütlenir. Liberter Federalizm, hiyerarşi olmaksızın aşağıdan yukarı doğru olan, yerel ve bölgesel gruplara tam inisiyatif özgürlüğü tanıyan bir örgütlenmedir. İşçi Federasyonlarının tüm eşgüdüm sağlayıcı organları, yerel işçi meclisleri tarafından belirlenmiş eylemleri yapmakla görevli, geri çağırılabilir delegelerden meydana gelir.
  • Anarko-sendikalizm, rastgele yaratılmış tüm siyasal ve ulusal sınırları reddeder. Milliyetçiliğe ve tüm Ulus-devletlere karşı çıkarak, gerek ruhen gerekse somut küresel eylemde ve karşılıklı yardımlaşmada devrimci enternasyonalizm bayrağını yükseltir.
  • Anarko-sendikalizm ırkçılığa, cinsiyetçiliğe, militarizme olduğu gibi hem eşitliğe hem de insanların kendi yaşamlarıyla çevrelerini kontrol etme hakkına engel olan tüm tavırlara ve kurumlara karşı çıkar.

Çeviri: Anarşist Bakış