Çevirenin Notu: Çevirenin metine yaptığı eklemeler, açıklamalar vb, […] ile gösterilmiştir.
GİRİŞ
Anarşist-komünizm diğer anarşist akımlar tarafından zayıf ve küçümsenen bir ilişki, azizlerin biyografilerinin [hagiobiography] gereksinimlerine göre veya “ciddi şeyler”e (İspanya’nın kolektifleştirilmesi, anarko-sendikalizm, federalizm veya kendinden yönetim) geçmeden önce ortaya konulacak ideolojik bir ödül [trophy], ve “ekonomik gerçeklikler”den çok dogmatik soyutlamalarla ilgilenen bir “çocuksu ütopya” olarak değerlendirilir. Ancak, anarşist komünizm, anarşist akımlar içinde değişim değerini sona erdirmeyi açıkça amaçlamakla yetinmeyen, aynı zamanda –en tutarlı partizanları arasında– bunu deevrimci sürecin en acil özü yapan tek akımdır. Burada tabii ki sadece kendisini “anarşist-komünist” olarak tanımlayan akımdan bahsediyoruz; aslında, ondokuzuncu yüzyılda devletsiz komünizm “ütopya”sını hazırlayan eğilim layıkıyla anarşizm olarak adlandırılanın ötesine geçiyordu.
Anarşist-komünizm, hem dağınık bir hareket (örneğin, Uluslararası İşçi Birliği’nin farklı bileşenlerine, Guesdistlere ve vb.’ne bakınız), hem de kendine özgü bir anarşist akım olan kolektivizmden ayırt edilmelidir. Bu ikincisi söz konusu olduğunda, bunun kuramsal özelliklerini sunan Proudhon idi: komünizmin açıkça muhalifi olan (ki ona göre bu Etienne Cabet’in “komünizm”iydi) [Proudhon], bunun yerine değişim değerinin serpileceği bir toplumun –işçilerin, para ve piyasa sayesinde birbirleriyle doğrudan ve karşılıklı olarak bağlantılı olacağı bir toplumun– taraftarlığını yaptı. İş aletlerinin, ve Proudhon’dan farklı olarak toprağın kolektif sahipliğinin kararlı partizanları olan 1860’ların ve 1870’lerin Proudhoncu Kolektivistleri (bunlardan birisi de Bakunin’di), ya bölgesel [territorial] temelde (komünler) ya da işletmeler temelinde (kooperatifler, zanaat gruplaşmaları) örgütlenen ve birbirleriyle değerin dolaşımı yoluyla ilişkilenen üretici grupları biçimindeki bu ticari yapıyı muhafaza ettiler. Bu nedenle, kolektivizm, üretim aletlerinin yasal sahipliğinin bir çeşit işçi anonim şirketleri olan “kolektifler” ağı tarafından elde tutulduğu bir değişim ekonomisi olarak tanımlandı –ve hala da [öyle tanımlanmaktadır]. (Kendinden yönetilen bir değişim ekonomisini savunan) günümüz anarşistlerinin çoğu, terimin bu ondokuzuncu yüzyıldaki anlamında –her ne kadar terim bugün biraz değişik bir anlama (devlet sahipliği, yani herhangi kolektivite yerine “devlet kapitalizmi”) gelmiş olsa da– kolektivistlerdir.
1870’lerde ve 1880’lerde, değişim değerlerini bütün biçimleriyle ortadan kaldırmak isteyen anarşist-komünistleri kolektivislerle yollarını tamamen ayırdılar, ve bunu yaparak 1840’larda Fransa’da varolan radikal komünist geleneği yeniden canlandırdılar.
1840-1864
1843’de, Rabelaisçi “Ne yaparsan yap!” deyişiyle, ve Etienne Cabet’e muhalefet ederek, Théodore Dézamy’nin Code de la Communauté’sı, Joseph Déjacque, Karl Marx, Friedrick Engels, William Morris ve Peter Kropotkin gibi komünist ve anarşist-komünist kuramcılar tarafından daha sonra ondokuzuncu yüzyılda geliştirilecek olan ilkelerin temelini attı. Bu ilkeler, para ve ticari değişimin kaldırılmasını; ekonominin nüfusun genelinin gereksinimlerinin tatminine tabi kılınmasını; (kent ile kır, başkent ile ilçeler arasındaki işbölümü de dahil olmak üzere) işbölümünün kaldırılmasını; kademeli olarak çekici çalışmanın uygulamaya geçirilmesini; devrimci bir hükümet tarafından gerçekleştirilecek olan toplumsal ilişkilerin müşterek hale getirilmesini takiben, toplumun ayrı bir alanı olan devletin ve hükümet işlevlerinin kademeli olarak ortadan kaldırılmasını içermekteydi. Dézamy’nin “mallar topluluğunu” [community of goods] savunduğuna ve özellikle de kolektivist bir slogan olan “mülkiyetin toplumsallaştırılması”na kesinlikle karşı olduğuna dikkat edilmelidir. Böylece, Amadeo Bordiga’nın bir yüzyıldan fazla bir süre sonra yapacağı eleştirel mülkiyet analizini önceden görmüş oldu.
Dézamy, işbölümünü sürdürmesi ve ekonomik “etkinlik” adına bunu katı bir şekilde örgütlemeyi amaçlaması nedenleriyle Cabet’in ütopyasını reddetmesinin yanısıra, aynı zamanda kapitalist üretim tarzı ile komünist toplum arasına, komünizmi geri planı itecek olan geçici bir demokrasi dönemi koymayı da reddetti. Dézamy, parasal dolaşımın derhal kaldırılması yoluyla kapitalizmdeki hakim sınıfın ekonomik ve toplumsal olarak tasfiye edilmesi doğrultusunda, devrimci süreç ile komünizmin özü arasında doğrudan bir bağ kurmayı amaçlayarak, anarşist komünizmin –özellikle Kropotkinci biçimdeki [anarşist komünizmin]– temel özgünlüğün kaynağı olan şeyi önceden tahmin etmiştir. Bu özellik, komünizmin özünü (satın alma ve satma asli eyleminin sona ermesini) kucaklamayan herhangi bir “geçiş dönemi”nin reddedilmesiydi. Hemen hemen aynı zamanlarda, iki sayısı Paris’de 1841’de basılan L’Humanitaire (organe de la science sociale) dergisi etrafındaki komünistler, diğer şeylerin yanısıra evliliğin kaldırılmasını da öneren, Dézamy’ninkine çok benzeyen bir eylem programını savunuyorlardı. Ayrıca, onlar komünist toplumun temel özelliklerinden birisinin gelişmesini sağladılar, çünkü bu ırkların kaynaşması ile endüstriyel ve tarımsal faaliyetlerin değiş tokuşunu ortaya çıkaracaktı. Bu grup aynı zamanda kendisini “anti-politik ve anarşist düşünceleri”ni beyan eden Babeüfçü Sylvain Maréchal ile tanımlıyordu. Ancak, anarşist-komünizmin tam anlamıyla kurulmasına gelinceye değin, 1840’lardan başlayarak Fouriercilik, Owenizm ve neo-Babeüfçülüğün eleştirel bir harmanlanması olarak Fransa’da ortaya çıkan radikal komünizmle uyumlu bir söylem geliştiren kişi, hepsinden önce boyacı Joseph Déjacque oldu. Déjacque’nin çalışmaları 1848 devriminin sınırları ve başarısızlığının sebeplerinin incelenmesi üzerineydi. Bu iki şeyin reddedilmesi etrafında gelişti: “devrimci” olsa bile devletin; ve Proudhoncu tipteki kolektivizmin. Déjacque, Cabet ve 1845’in La Fraternité’si gibilerinin temsil ettikleri dogmatizm, sekterlik ve devletçilikten tamamen kurtulmuş olacak şekilde komünizmi yeniden formüle etti. Déjacque şöyle diyordu: “Hürriyet! Topluluğa karşı fazlasıyla suistimal edilen ve bazı komünist okulların ucuzlattığını söylemenin doğru olacağı [Hürriyet].”
Déjacque, dönemin tüm siyasi çetelerinin şiddetli bir karşıtıydı. O, “büyük insan Mimarının müritleri” ile “halk, veya ayak takımı [vulgar herd]” arasındaki ayrıma dayanan Blanquiciliği reddetti; ve tek adam diktatörlüğünden “proletaryanın küçük dahilerinin diktatörlüğü”ne kadar, toplumsal cumhuriyetçiliğin tüm çeşitlerine de aynı şekilde karşı çıktı. Bu sonuncusu için, şunları yazıyordu: “işçilerden meydana gelen bir diktatörce komite kesinlikle en kibirli ve en yetersiz olanıdır, ve bu nedenle de en karşı devrimci şeylerin bulunabileceği şeydir … (karanlık düşmanların iktidarı, güvenilmez dostlarınkinden daha iyidir)”. İlk ifade edilişinin Haziran 1848 barikatları olduğu, proletaryanın toplumsal devrimi için gerekli koşulları, [yani] “anarşik inisiyatif”, “mantığa dayanan irade” ve “herkesin özerkliği” olarak görür. Déjacque’ye göre, bir ayaklanmadan [insurrection, isyan] ortaya çıkan bir hükümet proletaryanın özgür inisiyatifi önünde gerici bir pranga olarak kalmaya devam eder. Veya aksine, böylesi özgür bir inisiyatif ancak kitlelerin, devletin temsil ve delegasyon temel işlevleriyle kendiliğinden yeniden ürettiği “otoriter önyargılar”dan kendisini kurtarmasıyla ortaya çıkabilir ve gelişebilir. Déjacque şöyle yazıyordu: “Hükümetten, tüm delegasyonun, tüm iktidarın halkın dışında olmasını [anlıyorum]”; siyasetin üzerine çıkıldığı bir süreçte, “[bunun yerine] kendi egemenliğinin” veya “örgütlü komünün doğrudan sahibi olan halkın” geçmesi gerekir. Déjacque’ye göre, komünist anarşist ütopya, proletarların “sosyal bilim” konusundaki bilgisizliğini düzeltmenin yanısıra, her proletarı kendi sahip olduğu insani potansiyelleri keşfetmeye teşvik etme işlevini yerine getirecektir.
Ancak, devletin işlevine ilişkin bu görüşler –hem ayaklanma döneminde, hem de insanın insan üstünde [kurduğu] tahakkümün bir tarzı olarak– ancak Déjacque’nin (kelimenin Fourierci anlamında) uygarlığın tüm yönlerine ilişkin genel eleştirisine dahil edilirse tam anlamıyla kavranabilir. Ona göre, “hükümet, din, mülkiyet, aile, tüm bunların hepsi bağıntılıdır, tümü örtüşür.” Toplumsal devrimin içeriği, bu nedenle, tüm hükümetlerin, tüm dinlerin, ve evliliğe dayanan ailenin, ebeveynlerin ve kocaların otoritesinin, ve mirasın ortadan kaldırılmasıydı. Yine ortadan kaldırılacak olan diğer şeyler ise, “kişisel mülkiyet; toprak, yapılar, atölyeler, dükkanlar üzerindeki mülkiyet, iş, üretim veya tüketim aleti olan her şeyin üstündeki mülkiyet”ti. Déjacque’nin mülkiyetin ortadan kaldırılması önerisi, uygarlığın kalbi olan şeye karşı bir saldırı olarak anlaşılmalıdır: en küçük hücresi (pili) –her iki anlamda da– sözleşme olan siyasete ve değişim değerine. Anarşinin yerine geçeceği devletin, yani hükümet tarafından garanti edilen siyasi sözleşmenin (meşruiyetin) ortadan kaldırılması; mallar topluluğunun yerini alacağı ticaretin, yani ticari sözleşmenin ortadan kaldırılmasıyla birbirinden ayrılmaz bir şekilde bağıntılıdır: “Ticaret, … 19’uncu yüzyılın bu belası insanlık içinde gözden kaybolmaktadır. Artık ne satıcılar, ne de satılan bir şey vardır.”
Déjacque’nin “anarşik topluluğa” ilişkin genel tanımı şöyleydi:
“herkesin, herhangi bir şey üzerinde hiçbir şekilde denetim uygulamak veya [böyle bir denetime] boyun eğmek zorunda kalmaksızın, arzu ve fantazilerine göre üretmekte ve tüketmekte özgür olacağı; üretim ile tüketim arasındaki dengenin, artık şu veya bu grup tarafından engelleyici ve rastgele bir şekilde alıkonmasıyla değil, herkesin kabiliyet [faculty, meleke] ve gereksinimlerinin serbestçe dolaşımıyla kendiliğinden oluşağı bir gidişat.”
Bu tanımlama, emek gücünün karşılığının verilmesi ve değişim değeri sorunu üzerine odaklanan Proudhonculuğun, yani Ricardocu sosyalizmin Proudhoncu versiyonunun, bir eleştirisini ifade eder. Déjacque, kadınların kurtuluşu konusunda Proudhon ile girdiği bir polemikte, Proudhon’u “yalnızca kılıç ve sermayenin ortadan kaldırılmasına değil, sözleşmenin ortadan kaldırılmasına varacak ölçüde mülkiyet ve otoritenin tüm biçimleriyle ortadan kaldırılması”na çağırıyor; ve “emek” (emek gücü) karşılığında “adil bir karşılık” talep etmekteki ticari ve ücret mantığını çürütüyordu. Déjacque şöyle soruyordu: “Ben, sözleşmeler sisteminde olduğu gibi, herkesin ne hak ettiğini –onların raslantısal üretme kapasitelerine göre– ölçmeyi isterken haklı mıyım?” Déjacque’nin bu soruya verdiği yanıt kesindir: “işçinin hakkının olduğu şey emeğinin ürünü değildir, onun –mizacı ne olursa olsun– gereksinimlerinin tatmin edilmesidir.”
Proudhon tarafından kuramsallaştırılan “doğrudan değişim”, üretici gruplarını veyahut bireysel üreticileri aslında sermaye birikiminin yasal temsilcilerine dönüştürecek olan ücret sisteminin sözde “ortadan kaldırılması”dır. Déjacque’ye göre, öte yandan, işlerin komünal yürütülmesi –[yani] “istatistik defterleri” haricinde “hiçbir hiyerarşi, hiçbir otorite olmaksızın” safların sıklaşması– “doğal değişime” [natural exchange] tekabül eder; yani, “tüm üretim ve tüketimin sınırsız serbestliğine; herhangi bir tarımsal, bireysel, sanatsal veya bilimsel mülkiyet emaresinin ortadan kaldırılmasına; çalışmanın ürünlerinin herhangi bireysel bir sahiplenilmesinin tahrip edilmesine; aletlerdeki, ticaretteki ve binalardaki sermayenin yanısıra, kol gücüne dayalı ve entelektüel sermayenin monarşikleştirilmeden ve parasallaşmadan arındırılmasına”.
Değişim değerinin ortadan kaldırılması merkezi nitelikteki “iş örgütlenmesi”, veya başka bir deyişle, üretimi gerçekleştirenlerin yaptıkları faaliyetlerle ve bu faaliyetin ürünleriyle ilişkilendirilmesi, merkezi sorusuna verilecek yanıta dayanır. Déjacque’nin ürünlerin bölüşümü sorusuna verdiği yanıtın mallar topluluğu olduğunu görmüştük. Ancak topluluğun her şeyden önce bizzat üretken faaliyetler alanında kurulmuş olması gerekir. Aracıların (asalakların) ortadan kaybolması üretimde bir artışı, ve böylece de gereksinimlerin tatmin edilmesini mümkün kılacak olsa da, temel gereksinim bireysel üreticileri “işbölümüne karşı köleleştiren boyun eğme”den (Marx), ve esasen zorunlu emekten kurtarmaktır. İşte, işin “çekici bir işe” dönüştürülmesinin Déjacque tarafından topluluğun varlığının koşulu olarak görülmesinin sebebi budur: “Çekici işin örgütlenmesi, Malthusçu rekabeti ve itici işin yerini alacaktır.” Bu örgütlenme, üretken faaliyete dışsal olan bir şey değildir. Déjacque’nin komünist antropolojisi, dünya ve doğa üzerinde faaliyet gösterme gerekliliği de dahil olmak üzere, gerekliliklerin kurtarılmasına dayanıyordu; ve doğal-teknik gereksinimler ile insani amaçlar arasında bir ayrım yapmıyordu. Söz dağarcığı (uyum, tutkular, diziler vb) Fourier’den ödünç alınmış olmakla beraber, emek gücünün örgütlü bir plan dahilinde yerleşiminden daha fazlası demek olan faaliyetler topluluğunu amaçlıyordu: “Farklı işçi dizileri bir barikattaki adamlar gibi gönüllü bir temelde işe alınırlar, ve istedikleri sürece orada kalmakta, başka dizilere veya barikatlara gitmekte tamamen özgürdürler.” Déjacque’nin “İnsanialanı”nda [Humanisphere], ne çalışma saatleri ne de zorunlu gruplaşmalar vardı. İş tek başına veya topluca yapılabilirdi.
İşbölümüne gelince, Déjacque oldukça özgün bir şekilde bunun ortadan kaldırılmasını önerdi. Önerdiği şey, aristokrasi (veya daha ziyade aristokratik aydınlar) ile proletaryanın karşılıklı olarak bütünleşmesi süreciydi; her biri kendi tek taraflı entelektüel veya kol emeğine dayalı gelişiminin ötesine geçecekti.
Déjacque, hafifletici şeylerin abesliğinin farkında olmasına rağmen, belki de ütopyacı araştırmalarının sonuçları ile 1850’deki sınıf mücadelesinin içeriği arasındaki uçurum nedeniyle çok öfkeliydi; ve bu uçurumu bir geçiş kuramıyla birbirine bağlamaya çalıştı. Bu kuram, mevcut durumu hesaba katarak, topluluğun vaziyetinin başarısını sağlamayı amaçlıyordu. Üç temeli şunlardı: ilki, “halk tarafından doğrudan yasama” (“[hükümetin] tamamen ortadan kaldırılmasını beklerken [olası] en demokratik hükümet biçimi”); ikincisi, “doğrudan değişimi”, Owenci tipte “emek çarşıları” [bazaar] kurulmasını, “dolaşım kuponları”nı (emek kuponları) ve mükiyete karşı kademeli bir saldırıyı içeren bir dizi ekonomik önlem (Déjacque’nun kendisinin de kabul ettiği üzere [bu] sömürüyü ortadan kaldırmaksızın mülkiyeti demokratikleştirmek [demekti]); üçüncüsü, idari işlevlerin demokratikleştirilmesi (bir günlük çalışmanın ortalama değeri üzerinden para alacak olan kamu görevlilerinin geri çağrılabilirliği), polis ve ordunun lağvedilmesi.
Bu programın, en azından belirli noktalarının 1871 Paris Komünü’nü önceden tahmin ettiği reddedilemez bir olgudur. Ancak bu, Déjacque’nin –karşısında eleştirel imgelemini kullandığı– 1848 Devrimi’nin “sınırlarını” kabul ettiği zayıf yönüdür. Tüm diğer şeylerin yanısıra “çalışma hakkı”, ve bununla birlikte de ticaret mantığı belirdi. Geçiş sorunu meselesinde, fazlasıyla “realizm”den yoksundu, çünkü işçilerin değer-sermaye sürecini idare etmekteki bakış açılarının yansıttığı çözümsüz sorunlar gözardı edilse dahi, o yalnızca kadınlara değil, aynı zamanda “tutuklulara” ve “akıl hastalarına” da, hiçbir yaş sınırlaması olmaksızın oy kullanma hakkı tanınmasını öneriyordu. Ancak geçiş Déjacque’ye göre en iyi ikinci tercihti, ve bunun böyle olduğunu açıkça biliyordu. Geçiş lehine ütopyacı keşfin terk edilmesi söz konusu değildi, ancak bu ikisi arasındaki gerilim, yüzeysel olarak karşılaştırılabileceği Errico Malatesta’nın durumunun tam tersiydi.
Déjacque’nin ütopyasının genel gidişatı, bunun ticari ve politik kısıtlamaların tümüyle kopmaya doğru ilerleyişi, bunun proletaryanın isyankar enerjisini yeniden canlandırma arzusu, ve bunun (William Morris’inki ile karşılaştırılabilir olan) yaratıcılığının derinliği, bunun anarko-komünizm içindeki kritik unsura temel nitelikte bir katkı yaptığını görmemizi sağlayabilir. Déjacque, anarşist-komünizme, tarihinin birinci döneminde, ikona kırıcı [iconoclastic, yerleşmiş inançlara karşı çıkan] bir boyut kazandırdı; bunun ışıltılarının yeniden ortaya çıkması 1880’lerin Kropotkin’ine veya yirminci yüzyıldaki Luigi Galleani’ye kadar tekrar görülmedi.
KOMÜNİST ANARŞİZMİN ‘ULUSLARARASI İŞÇİ BİRLİĞİ’ (IWMA) İÇERİSİNDE YENİDEN FORMÜLE EDİLMESİ
Birinci Enternasyonal, veya Uluslararası İşçi Birliği 1864’de kurulmuş, ve 1871 Paris Komünü’nün ardından katı hiziplere bölünene kadar faal olmuştu. IWMA içinde gerçekleşen bölünme, esasen kolektivizmin detayları; ve, zorunlu olarak anti-ticari doğaya sahip olması gerektiği –Marx’ın Kapital’i dışında– asla belirtilmmemiş olan (veya [bunun] örgütün pratiğinin şekillenmesinde asla bir rolü olmamış olması) ‘sınıfsız toplum’a ulaşmanın yolları nedenleriyle gerçekleşmişti. Değişim değerinin ortadan kaldırılmasının tamamen bir sapkınlık [aberration, yarı delilik] olacağına inanan sol-kanat bir Proudhoncu olan Bakunin, komünizmi tamemen ve basitçe sosyalist Jakoben eğilimle özleştiriyordu; ve dahası, bunu tanımlarken laf kalabalığı yaparak genellikle “otoriter komünizm”‘ kelimesini kullanıyordu.
Ağustos 1876’da, James Guillaume’nin Idées sur L’organisation Sociale adlı broşürü Cenova’da basıldı. Bu metinin önemi onun kolektivist bir toplumun çerçevesini özlü bir şekilde sunmasında değil, Guillaume tarafından resmedilen toplum ile komünizm arasındaki ilişkide yatar. Üretim aletlerinin kolektif mülkiyetinden, yani “şu ve bu endüstrideki işçilerin birlikleri” tarafından ve her tarımsal grup tarafından sahiplenilmesinden yola çıkarak, ve böylece de bu grupların her birinin kendi ürünleri üzerindeki sahiğliğinden yola çıkarak, Guillaume ‘komünizm’e veya –bu terimi kullanmadığı için– değişimin yerini serbest dağıtımın almasına ulaşır. Serbest dağıtıma geçişin Guillaume tarafından tanımlanan toplumla organik bir şekilde bağlantılı olduğu kabul edilir –bu ürünlerin değerleri üzerinden değişimi etrafında örgütlenen bir toplum olmasına rağmen, üretim araçlarının kolektif sahipliliğince temsil edilen güvence yüzünden [böyle kabul edilir]. Buradaki önemli nokta, komünizmin ahlaki bir norm konumuna indirgenmesidir; bu, ileriye doğru yönelmek için iyi bir şeydir. Ve, bu, sınai ve tarımsal üreticiler arasındaki katı işbölümüyle, tam istihdam politikasıyla ve emek gücünü ödemesiyle, kolektivist (ve ücretli) toplumun doğal gelişimi olarak gözükür.
Guillaume, ücret sistemine dayanan toplumsal ilişkiyi komünizmin önkoşulu yaparak, ve bunu devletin gereksiz hale gelmesinin temeli olarak görerek, anarşist-komünizmin karşısına çıkacak ve Malatesta’nın önde gelen temsilcilerinden biri olduğu gerilemenin temelini atmıştır. Guillaume’ye göre, komünizmin önkoşulları, değer üzerinden yapılan hesaplamaların ortadan kaldırılmasına ve işçilerin “ahlaki anlayışını”nda iyileşmenin gerçekleşmesine imkan tanıyacak ürün bolluğunun ilerici görüntüsüdür. Bu ise “serbest erişim” ilkesinin uygulanabilmesini olanaklı kılacaktır. Guillaume, kolektif mülkiyetin ve garantili ücretin uygulanmaya başlaması sayesinde, işçi sınıfının kabullenilmiş faili [temsilcisi] olarak davrandığı bu olaylar silsilesini ticari mekanizmaların gelişmesiyle ortaya çıkmış gibi tasavvur ediyordu. Tüm bunların altında yatan şey ise satma fiilinin artık basit, teknik, geçici, paylaştırıcı bir ölçüden başka bir şey olmadığı şeklindeki anlayıştı.
1870’lerin sonlarına doğru IWMA’den geriye kalanın içerisinde kendini ifade anarşist-komünizm, Proudhonculuğun bu türüne tamamen karşı çıkıyordu. Şubat 1876’da, Savoyard François Dumartheray (1842-1931) Cenova’da, “özellikle Lyon’lu göçmenlerin bağımsız grubu olan “L’Avenir” seksiyonunun eğilimleriyle ilgili olarak” Aux Travailleurs Manuals Partisans de L’action Politique [adlı] broşürünü yayınladı. “İlk defa basılı bir metinde anarşist-komünizmden bahsediliyordu.” Aynı yılın 18-19 Mart’ında, IWMA üyeleri ve Komünalistler tarafından Lozan’da düzenlenen toplantıda Elisée Reclus, anarşist-komünizmin meşruiyetini kabul ettiği bir konuşma yaptı. Mamafih 1876’da, bazı İtalyan anarşistleri anarşist-komünizmi kabullenmeye karar verdiler; ancak bunu formülleştirmeleri, kolektivizm sorunu söz konusu olduğu ölçüde onların kısıtlamalarını da gösteriyordu: “İtalyan Federasyonu, emeğin ürününün kolektif sahipliliğini kolektivist programın gerekli bir bileşeni olarak görür.” Yine, 1877 baharında, Berne’de Statuten der Deutscheienden Anarchischkommunistischen Partei ortaya çıkar.
Komünizm meselesi, Guillaume’nin bağlayıcı bir şey söylemeyi reddettiği, komünizm partizanları (Costa, Brousse) ile İspanyol kolektivistlerinin karşı karşıya geldiği “anti-otoriter” IWMA’in Eylül 1877 Verviers Kongresi’nde de çözümlenmeksizin kaldı. Ancak, 1870’ler boyunca İsviçre’nin Fransızca konuşulan bölgelerinde aktif olan anarşist grubu Jura Federasyonu Reclus, Carlo Cafiero ve Kropotkin’in görüşlerini benimsemiş, ve Ekim 1880’deki Kongresinde komünizmi programına dahil etmişti. Bu Kongre’de, Carlo Cafiero daha sonra La Révolté’de “Anarchie et Communisme” adıyla basılacak olan bir rapor sundu. Bu raporda, Cafiero kolektivizmle kopma noktalarını kısaca gözler önüne serdi: değişim değerinin reddi; üretim araçlarının mülkiyetinin işçi birliklerine [corporation] devrine karşı çıkılması; ve üretken faaliyetler için yapılan ödemelerin ortadan kaldırılması. Ayrıca, Cafiero komünizmin gerekli niteliğini gözler önüne serdi, ve böylece Guillaume’nin 1876’daki broşüründe tasavvur ettiğine benzer bir geçiş döneminin imkansızlığını ortaya koydu. Cafiero, bir yandan, üretim araçlarının kolektif sahipliliği talebinin ve “emeğin ürünlerinin bireysel sahiplenilmesi”nin sermaye birikimine neden olacağını ve toplumun sınıflara bölünmesinin yeniden ortaya çıkacağını öne sürüyordu. Öte yandan, bireysel emek gücü karşılığında bir biçimde ödeme yapılmasının sürdürülmesinin, halihazırda kapitalist üretim tarzı tarafından üretime sirayet ettirilmiş olan toplumsallaşmış nitelikle (üretken faaliyetlerin bölünemezliğiyle [indivisibility]) çatışacağını savunuyordu. Ürünlerin tayınlanması [rationing, karneyle dağıtılması] söz konusu olduğunda –ki bu devrimci bir zaferin ardından ortaya çıkabilirdi–, bu tayınlamanın “başarıya göre değil de ihtiyaçlara göre” yürütülmesini hiçbir şey engelleyemezdi.
Kropotkin’in 1880 Kongresi’ndeki komünizm lehine katkısı, onun katı kolektivizmden komünizme doğru konumundaki yavaş evrimin –kolektivizmi sadece geçici bir aşama olarak gördüğü ara konumdan geçerek– eriştiği en son noktaydı. Kropotkin’in, temelleri 1880’ler boyunca oluşan anarşist-komünizm kuramı, komünizmi mümkün kılacak şartlar ve bu toplumsal biçimi başarmanın gerekliliği (ki böylece değişim değeri ortadan kalkacaktı) üzerine Cafiero tarafından 1880’de sunulan tezlerin bir detaylandırılmasıydı. Anarşist-komünizm, proleteryanın eksik-tüketimi, eksik-üretim ve toplumsallaşmış emek arasında hırpalanan kriz-yüklülü burjuva toplumuna çözüm olarak sunulur. Aynı zamanda, anarşist-komünizm, eski toplumda halihazırda zaten mevcut olan komünizme ve bireylerin özgür birliklerine doğru olan eğilimlerin gerçekleşmesi olarak görülür. Anarşist-komünizm, bu anlamda, kabile toplumlarında var olan dayanışma ilkesini yeniden hayata geçiren toplumsal bir biçimdir.
Kropotkin’in anarşist-komünizmi bireylerin ihtiyaçların –“gereksinimler” ve “lüksler”in– karşılanmasına dayanıyor olması genel özelliğine sahipti; yani, kolektivist tam istihdam ve garanti edilmiş ücret politikasında ön plana çıkarılan “bir kimsenin emeğinin tüm ürününe” sahip olması [özelliğine sahipti]. İhtiyaçların karşılanması çeşitli tedbirlerle garanti altına alınacaktı: meta değişiminin yerini ürünlerin serbest dağıtımı alacaktı; üretim bollaştırılacaktı; endüstriyel merkezsizleşme uygulamaya geçirilecekti; işbölümünün üstesinden gelinecekti; çalışma süresi azaltılarak ve kapitalist üretim tarzının neden olduğu israflar önlenerek, gerçek ekonomiler ortaya çıkarılacaktı. Kropotkin şöyle yazıyordu: “kendi içinde birikmiş tüm zenginliğin sahipliğini geri almış bir toplum, üretim söz konusu olduğunda, günde fiili dört, beş saatlik el emeğinin karşılığında rahatça bolluğu sağlayabilir.”
Ancak üretim vasıtalarına –tüketiciler olarak– üreticiler, ve –üreticiler olarak– tüketiciler tarafından el konulması, yeni bir yasal mülkiyet biçimini mi, yoksa tüm biçimleriyle mülkiyetin yıkılmasını mı ima eder sorusu ortaya çıkar. 1881’de Londra’da düzenlenen Anarşist Kongresi’nin “kolektif dahil olmak üzere, tüm mülkiyetin lağvedilmesi”ni savunmasına rağmen, ve bizzat kendisi “ortak kullanım” ile “sahipliği” karşıtlar olarak göstermesine karşın, Kropotkin mülkiyetin yeni bir ajana (yani ona göre, endüstriyel veya ticaretle ilgili ticari kolektifler yerine bir bütün olarak topluma) devredilmesi şeklindeki kolektivist görüşün ötesine geçmemiştir. Bu nedenle, şöyle yazar: “Birliğin işçiler açısından faydalı olması için, mülkiyetin biçimi değiştirilmelidir”.
Aynı belirsizlik işbölümünün lağvedilmesi sorununda da ortaya çıkar. Hi şüphesiz ki, Kropotkin’in bu açıdan komünist toplumun içeriğine yönelik yaptığı tanımlama tam olarak açıktır: el ve zihin emeğinin; çekici ve gönüllü çalışmanın bütünleştirilmesi; ve tarım, endüstri ve sanatın “endüstiyel köyler” içerisinde kaynaştırılması. Ancak, “Toprak onu ekenlere, fabrikalar işçilere” korporatif sloganının öne çıkardığı devrimci strateji, işbölümü ve girişim kurumunu devam ettirmeyi bir koşul olarak gerektirir, ve hala bir kolektivizm biçimi olacak bir işçi ve köylü toplumunun kurulmasından başka bir şeyi ifade etmez.
Yeni toplumun, iki yönde –komünist ve anarşist (üretim tarzı ile onun politik biçimi arasındaki kaçınılmaz bağlantı göz önünde bulundurulursa)– örgütlenmesi, (Komünalistlerin “özgür komünü”ne değil) “komünist komün”e, federalizme (bölgelerin ya da üretim alanlarının merkezsizleşmesine ve ekonomik kendine yeterliliğine) ve semt meclislerine dayanmalıdır. Kropotkin, üç olası örgütlenme yöntemini birbirinden ayırt eder: bölgesel [territorial] temelde (bağımsız komünler federasyonu); toplumsal işlev temelinde (ticaretler [işler] federasyonu); tüm ilgisini yoğunlaştırdığı ve yaygınlaşacağını umut ettiği, kişisel ilgi [affinity, eğilim] temelinde. Aslında, “uyum içinde çalışan bireylerin özgürce ve kendiliğinden gruplaşması”, ona göre, anarşist-komünizmin özgün toplumsal ilişkilerinin temel özelliğiydi.
Ancak, önemli olan nokta daha çok, tüm bunların nihai birer sonucu olduğu, devrimci sürecin biçimleri ve içeriğinde yatmaktadır. Devrim –Kropotkin’in modelini Fransız Devrimi’ni öncelleyen köylü ayaklanmalarında bulduğu– uzun bir ayaklanma dönemi ile başlayacak olan uluslararası bir süreç olarak görülüyordu. Böylesi bir devrimci süreç, “toplumun yeniden inşası”nın başlangıcını işaret edecek olan genel bir mülksüzleştirme [expropriation, mülkiyetin tasfiyesi] aşamasıyla sonlanacaktı.
“Mülksüzleştirme, yirminci yüzyılın insanları önüne tarihin koyduğu bir meseledir: herkesin refahını güvence altına almak için gerekli olan her şeyin mülkiyetinin, derhal ve etkili bir şekilde, … insanlığının refahının hizmetkarları [minister, vekilleri] tarafından alınmasıyla Komünizme geri dönülmesi.”
Derhal [gerçekleştirilen] bir mülksüzleştirme, Kropotkin’in devrimci sürecinin bütün mantığını tanımlar. Esasında, onun çalışmasının özü işte burada yatmaktadır. (İnsan tabiatı, ürünlerin bolluğu, ve vb. hakkındaki iyimser varsayımları bağlamında) ona karşı yapılabilecek itirazların gerçek cevabı, onun ortaya koyduğu alternatiflerde yatmaktadır: ya toplumsal ilişkilerin ya da ücret sisteminin şu veya bu şekilde derhal müşterekleştirilmesi [communization]. Bu alternatiflerin yalın doğası hakkında kanıtlar gerekiyorsa, tarih böylesi kanıtları bolca sunmuştur. Kropotkin’e göre ücret sisteminin eleştirilmesi, birbirinden ayrılmaz bir şekilde (Proudhoncu veya Guesdist) kolektivizmin eleştirisiyle bağlantılıdır. Şöyle yazıyordu: “Günümüz kapitalizminin en göze çarpan özelliği ücret sistemidir.” Kropotkin, ücret sistemini, üretim araçlarınının üreticilerden ayrılmasını sağlayan gerekli bir koşul ve “herkese yaptığı kadar” ilkesinin dayandığı bir şey olarak görür.
“bu ilkenin ilan edilmesiyle, göze batan eşitsizlikler ve mevcut toplumun bütünç iğrençlikleri sonuçlanmak üzere ücretlilik [wagedom] başlar; çünkü, işin yapılmasına para [cinsinden] veya başka bir ücret biçiminden değer biçilmeye başlandığı andan itibaren, Devlet-destekli Kapitalist toplumun tüm tarihi yazılmış kadar olur.”
Kolektivistler, “endüstriyel cezai [zorunlu] bir hizmetkarlık” olan “çalışma hakkı”nı savundular. Kropotkin’in görüşüne göre, onların işçi-yanlısı politikası, ücret sistemini ve kolektif sahipliliği aynı arabaya koşmayı amaçlıyordu –özellikle de emek kuponları [labor vouchers] kuramları yoluyla. Kropotkin, toplumsallaştırılmış, tek başlarına değerlendirilen her işçinin katkısı söz konusu olduğunda tüm ayrımları ortadan kaldırma eğiliminde olan bir ekonomide, emek kuponlarına emeğin tam değerini ölçmeyi amaçlaması temelinde karşı çıkar. Dahası, emek kuponlarının varlığı, toplumu “aktifler ve pasiflere dayanan bir ticari şirket” yapmaya devam edecektir. Bu nedenle, emek kuponlarını şu sözlerle suçlar: “Bu düşünce … eskidir. Robert Owen’dan beri vardır. Proudhon 1848’de bunu savunmuştu. Bugün, ‘bilimsel sosyalizm’ haline gelmiştir”.
Kropotkin, kolektivistlerin işbölümü ve Devlet’e yönelik tavırlarına karşı da eş derecede sert eleştiriler getirmiştir. İşbölümü hakkında şunları yazar: “Devrim sırasında çalışmanın örgütlenmesine dair onlarla {kolektivist sosyalistlerle} konuşun, işbölümünün sürdürülmesi gerektiği yanıtını vereceklerdir.” Kropotkin’in Devlet konusunda, “toplumsal devrim anındaki doğrudan, derhal komünist anarşizm” taraftarı haline geldiği andan itibaren, komünist bir perspektifin yokluğunda proletaryanın iktidar ve temsiliyet sorunlarına saplanıp kaldığı bir devrim örneği olarak Paris Komünü’nü eleştirmesi önemlidir. Kropotkin, Paris Komünü’nün, “devrimci devlet”in nasıl komünizmin yerine geçtiğini ve ücret sistemine bağlı olan yeni bir tahakküm biçimini nasıl ortaya çıkardığını çok iyi ortaya koyduğuna inanır. Bunun aksine, “Gelecekteki devrimin Komünleri, devrimci sosyalist eylemlerle, bireysel mülkiyeti ortadan kaldırarak, kendi bağımsızlıklarını doğrulayacak ve oluşturacaklardır”. Dahası, komünizm bizzat Komün’ün doğasını dönüştürecektir:
“Bize göre, ‘Komün’ artık bölgesel bir toplaşma değildir; aksine, ne sınırları ne de hudutları tanımayan bir eşitler gruplaşmasının genel adı, eş anlamlısıdır. Toplumsal komünün kısa zaman içerisinde açıkça tanımlanan bir bütün olması sona erecektir.”
Kropotkin’e göre, devrimci süreci karakterize eden şey, öncelikle bütün nüfusun maddi durumunu derhal iyileştirmek amacıyla genel bir mülksüzleştirme, tüm ‘zenginler’in mülklerinin (üretim araçları, ürünler, evler vb.) alınmasıdır. Şöyle yazıyordu: “Herkese Ekmek parolasıyla, Devrim zafer kazanacaktır”. Kropotkin, devrimin milyonlarca proleteri işsiz bırakacağını tahmin ettiği için, bunun çözümü beslenme ve giyim ihtiyaçlarının karşılanmasını güvence altına almak üzere üretimin tamamın ele geçirilmesi olacaktır. Her şeyden önce, halk “ayaklanan komünlerdeki tüm gıdayı derhal ele geçirmeli”, envanter hazırlamalı, ve şu ilke temelinde gıdayı sokaklarda ve mıntıkalarda karşılıksız dağıtacak erzak hizmetini örgütlemelidir: “topluluğun bolca sahip olduklarında hiçbir kısıtlama olmadan, ancak kıt veya yetersiz olma eğiliminde olan şeylerin eşitçe paylaşılması ve bölüşülmesi”. Konutlara gelince:
“Eğer Devrimin insanları konutları kamulaştırır ve ücretsiz ikamet hakkını ilan ederlerse –konutların komünalleştirilmesi ve her ailenin makul barınağı olması hakkı–, o zaman Devrim başından itibaren komünistçe bir özellik üstlenecektir, … meskenlerin kamulaştırılması nüve halinde toplumsal devrimin bütününü barındırır.”
Kropotkin’in devrimci sürece bakışının ikinci özelliği, “fabrika işçileriyle –onlar tarımsal nüfusun ihtiyaçlarının karşılanması için çalışırken– onlara gerekli hammaddeyi vermek ve onlara yaşam araçlarını sağlamak” [üzere] bir anlaşmaya vararak, kırsal kesimi komünalleşme süreciyle bütünleştirmektir. Kropotkin, kentle kırın bütünleşmesini asli önemde görüyordu, çünkü bunun nüfusun geçimliliğinin güvence altına alınmasıyla ilgisi vardı, ve bu endüstriyel merkezlerden başlayarak işbölümünün lağvedilmeye başlanmasıyla başarılacaktı. O, ekili alanların geliştirilmesi ve genişletilmesinde “Köyler kadar büyük kentlerin de toprağı işlemesi gereklidir” diyordu. Kropotkin’in bakışına göre, tarımsal sorun devrimin başından itibaren belirleyiciydi. Ancak Kropotkin’in toplumun faydasına toprağın kamulaştırılmasına ilişkin açıklaması (toprağın herkese ait olması), yukarıda değindiğimiz belirsizlikten muaf değildir. Toprağın –tüm diğer şeylerle birlikte– bir mülk meselesi yapılması, üretken faaliyetin ihtiyaçların karşılanmasının önüne geçmesine, halk ile ihtiyaçlarının tatmini arasına toplumsal bir aktörün sokulmasına denk düşmektedir.
Tüm biçimleriyle kolektivizmden tamamen kopmadaki bu yetersizlik kendisini yine anarşist-komünizmi birkaç eğilime bölen işçi hareketi sorununda kendisini göstermektedir. Endüstriyel ve tarımsal proletaryanın devrimin ve müşterekleştirmenin [communization] doğal taşıyıcıları olduğunu söylemek, bize bunun hangi biçimde olacağını veya olması gerektiğini söylemez. Özetlemiş olduğumuz devrim kuramında gerçek amil [agent] ayaklanan insanlardır; kendilerini işverenlerden daha “rasyonel” bir endüstriyel beden veya toplumsal beyin (yönetici) olarak, emek gücü olarak öne sürmeyi amaçlayan ve (kapitalist üretim tarzının hücreleri olan) işletmelerde örgütlenen işçi sınıfı değildir. 1880 ile 1890 arasında, içkin bir devrim perspektifine sahip anarşist-komünistler, o zamanlar kurulma aşamasında olan resmi işçi hareketine (genel Sosyal Demokratikleşmeye) karşı çıkmışlardı. Yalnızca siyasi (devletçi) mücadelelere değil, aynı zamanda ücret talebini veya başka talepleri öne çıkaran, veya sendikalarca örgütlenen grevlere de karşı çıkıyorlardı. Tek başına grevlere karşı çıkmazlarken, sendikalara ve sekiz-saatlik işgünü mücadelesine karşı çıkıyorlardı. Bu anti-reformist eğilime örgütlenme karşıtı eğilim eşlik etti; ve [bu eğilimin] partizanları, gıda maddeleri ve diğer malzemelerin kamusallaştırılması için, mülksüzleştirici grevler için, ve bazı durumlarda da “bireysel zararın telafisi” [individual recuperation] veya terörizm faaliyetleri için işsizler arasında ajitasyon yapma taraftarı olduklarını açıkladılar.
Ancak 1890’lardan itibaren, anarşist-komünistler, ve özellikle de Kropotkin, kendilerini doğrudan doğruya işçi hareketinin mantığıyla (ücretli emek gücünün yeniden üretimiyle) bütünleştirmeye başlamışlardı. Kropotkin, 1890’da, ona göre anarşist-komünistlerin kendilerini tuzağa düşürme riski içinde oldukları ikilemin üstesinden gelmenin bir aracı olarak “işçi sendikalarına girmenin aciliyetini belirten ilk kişilerden birisi” oldu. Kropotkin, bu ikilemi reformist işçi hareketine katılmak veya saf ve sekter bir geri çekiliş olarak görüyordu. Daha sonradan, “İşçi örgütlenmeleri toplumsal devrimi yapma yetisine sahip gerçek bir kuvvet”tir diyecekti.
Anarko-sendikalizmin ve devrimci sendikacılığın doğuşuyla aynı zamana denk gelerek, anarşist-komünizm içerisinde üç eğilim ortaya çıktı. Birincisi, Kropotkin’in kendisi ve Les Temps Nouveaux (Jean Grave) tarafından temsil edilen eğilim. İkincisi, Kropotkin’den etkilenen, ancak ona göre sendikalara daha az meyilli olan birkaç grup (örneğin, Rusya’daki Khleb i Volia). Son olarak da, Fransa’daki Sebastien Faure’nin Le Libertaire’i etrafında gruplaşan anti-sendikalist anarşist-komünistler bulunuyordu. 1905’den itibaren, bu anti-sendikalist anarşist-komünistlerin Rusya’daki türdeşleri ekonomik terörizmin ve yasadışı “mülksüzleştirmelerin”ın partizanları haline geldiler.
Hiç şüphesiz ki, “sendikalist bir Kropotkin keşfetmeyi veya bulmayı amaçlamak bir hayal” olur –en azından kelimenin katı anlamında, çünkü o geleceğin toplumu olarak sendikacılık kuramını reddetmiştir –ancak bu onu 1911’de anarko-sendikalist Emile Pataud ve Emile Pouget tarafından yazılan Co-operative Commonwealth (How We Shall Bring About The Revolution) [Müşterek Ortak Refah (Devrimi Nasıl Meydana Getirebiliriz)] kitabının önsözünü yazmaktan alıkoymadı. Ancak o, sendika hareketini ajitasyonun doğal bir muhiti olarak görüyordu; böylece reformizm-sekterlik ikilimine bir çözüm bulma girişiminde bunu kullanmak mümkün olacaktı. Kropotkin, Rus “yasadışıcı” anarşist-komünistlerinin stratejilerine alternatif olarak, amacı Sosyal Demokratların etkisini önlemek olacak olan bağımsız anarşist sendikaların kurulmasını tasavvur etti. Stratejisini 1904’de Paroles d’un Révolté’nin İtalyanca baskısındaki tek bir cümleyle tanımlamıştır: “Amaç olarak mülksüzleştirme, ve burjuva dünyasını tüm ülkelerde aynı anda felce uğratmanın aracı olarak genel grev.”
Yaşamının sonunda Kropotkin daha önceki çekincelerini bir kenara bırakmış gözükür, ve sendikalizmi “Rus ekonomisinin yeniden inşasının yegane temeli” olarak görecek kadar ileri gider. Mayıs 1920’de, “sendikalist hareket…, gelecekteki onbeş yıldaki en büyük kuvvet olarak ortaya çıkacak, komünist devletsiz toplumun yaratılmasına yol açacaktır” diyordu. Kooperatif hareketinin karşılaştığı olasılıklar hakkında da eş derecede iyimserdir. Bu gibi açıklamalar, anarşist-komünizmi işletmelerin kolektif yönetimine dayanan anarko-sendikalizmin basit bir türü yapan gerilemenin yolunu açtı. Bir karikatüre indirgenen “anarşist-komünizm”, 1930’ların İspanyol “liberter kominizm”i gibi boş bir ibare haline bile geldi; bu sonraki terimin aldığı güncel kullanımlardan hiç bahsetmeyelim.
ANARŞİST-KOMÜNİZMİN SONU MU?
Kropotkin’in anarşist-komünizme değilse de onun bir ideolojiye dönüşümüne yaptığı en son katkı, şaşırtıcı Rus “devlet komünizmi” kavramını takdim etmesiydi. Rus Devrimi ve Çarlığın prangalarından kurtulmuş bir kapitalist devletin kurulması olaylarıyla karşılaşmış olan Kropotkin, mantıksal olarak bu yeni devleti bir kolektivizm biçimi olarak görmeliydi. Daha önceden teşhir ettiği kolektivizm çeşitleri gibi, bunun da karakterinin ücretli sistem tarafından belirlendiğini fark etmiş olmalıydı. Bolşevik yöntemlerin yöneldiği şeyin komünizmle hiçbir alakasının olmadığı olgusuna dikkati çekmeksizin, kendisini aslında Bolşevik yöntemlerin eleştirisiyle sınırladı. 1920 sonbaharında Lenin’e yönelttiği bir soru, bunun iyi bir örneğidir:
“Siz, Avrupa Komünizminin başı olarak, utanç verici yöntemlerle savunduğunuz fikirleri kirletme hakkınız olmadığını göremeyecek kadar kör müsünüz, bu kadar mı otoriter fikrilerinizin tutsağı haline geldiniz…?”
Kropotkin’in ölümünden sonra, anarşist-komünizm kuramı yaşamaya devam etti, ancak 1920’den itibaren baş gösteren karşı-devrimce tecrite mahkum edildi. İtalyan Solu ve (herşeyden önce, bütün işçi hareketini eleştirmesiyle, ve emek, sermaye ile devletin genel bütünleşme eğilimi analiziyle [dikkat çeken]) Alman-Hollanda konsey komünistlerinin aksine, anarşist-komünizmin partizanları gerçekte bu karşı-devrimin nedenlerini ortaya çıkarmayı denemediler; ne de onun boyutunu anlayabildiler. Bunun sonucunda, onların katkıları hiçbir derinliği olmaksızın ilkelerin resmi bir savunusundan öteye geçemedi. Dahası, bu katkılar da süratla sona erdi. Sebastian Faure’nin Mon Communisme’si 1921’de, Luigi Galleani’nin The End of Anarchism?’i 1925’te ve Alexander Berkman’ın What Is Communist Anarchism?’i (daha çok kısaltılmış hali olan ABC of Anarchism diye bilinir) 1929’da yayınlandı.
Bu tarihten itibaren, pozisyonu Gaston Britel tarafından açık bir hale getirilen, bir azınlık akımı olan Genel Emek Konfederasyonu, Devrimci Sendikalist’i [General Confederation of Labor, Revolutionary Syndicalist, CGTSR] bir kenara bırakırsak, anarşist-komünizmin temsil ettiği kritik kuvvet, muhalif Bordigist Raoul Brémond (ilk olarak 1938’de yayınlanan La Communauté’sine bakınız) ve 1970’lerde yükselen belli bazı komünist akımlarla birlikte tekrar ortaya çıkacağı zamana kadar anarşist hareketi terk ettiler. Bu sonrakilerin temsilcileri, 1975’te Paris’de Un Monde sans Argent: Le Communisme broşürünü basan gruptu.
Pratik bir hareket olarak, anarşist-komünizm Meksika ve Rusya’da sona ermişti. Meksika’da Birinci Dünya Savaşı’nın öncesinde, toprağı kamulaştırmayı amaçlayan köylülerin ve yerlilerin hareketi ile desteklenen, Enrique ve Ricardo Florés Magon’un Patrido Liberal Mexicano’su (PML) anarşist-komünizmi başarmaya çalışmıştı. PLM’nin amacı topluluğun ejidos –ortak topraklar– geleneklerini canlandırmak, ve nihayetinde de esasen tarımsal olan bu ayaklanmanın etkilerini endüstriyel alanlara genişletmekti. PLM, Aşağı Kaliforniya’nın büyük kısmını kontrol eder hale gelmişti, ve birkaç IWW “Wobblies”ini ve İtalyan anarşistini de içine barındırmaktaydı. Ancak anarşist-komünist ilkeler temelinde örgütlenmiş tarımsal kooperatifler projesini uygulayamadı ve çok geçmeden askeri açıdan bozguna uğradı.
Rusya’daki 1917 devrimi, anarşist-komünizmin anarko-sendikalizm tarafından yutulduğu veya yerinden edildiği sürecin hızlanmasını sağladı. Buna ek olarak, bazı durumlarda anarşist-komünistler kendilerinin Bolşevik Devlet’le bütünleşmesine izin verdiler. Az sayıdaki grubun Bolşevikleri desteklemeyi reddettiği, hatta onlara karşı “eleştirel” olduğu ve terörizm yoluyla onlarla çarpıştığı doğrudur, ancak bunlar giderek artan bir tecritle karşılaştılar. Yirminci yüzyılda son kez, belli bir büyüklüğe sahip bir toplumsal hareket (özellikle de sürgüne gönderilmiş olan sendikalistlerin geri dönüş tarihi olan 1917 yazının öncesinde Anarşistler (Komünistler) Federasyonu’nun dikkate değer bir etkiye sahip olduğu Petrograd’da), bilinçli bir şekilde “hükümet ve mülkiyetin, hapishane ve kışlaların, para ve kârın” ortadan kaldırılmasını ve “doğal bir ekonomiye sahip, devletsiz bir toplumun” yolunun açılmasını öne çıkardı. Ancak onların “evleri ve gıdaları, fabrikaları ve çiftlikleri, madenleri ve demiryollarını kapsayan” (işçilerin denetimi karşısındaki) sistematik kamulaştırma programı, gerçekte birkaç anarşist-komünist grubun Şubat Devrimi’nin ertesinde “Petrograd, Moskova, ve diğer şehirlerde birkaç özel meskeni” kamulaştırmasıyla sınırlı kalmıştı.
Makhnocu ayaklanmacı harekete gelince, uzun vadede komünizmin taraftarı olmasına rağmen, ve “tüm ücret sistemlerinin geri döndürülemez bir şekilde lağvedilmesi gerektiğini” açıklamalarına rağmen, yine de kooperatifler çerçevesi içinde yer alan bir meta ekonomisinin temel özelliklerinin korunduğu bir geçiş programı hazırlamışlardı. Ücretler, ürünlerin değer cinsinden karşılaştırılması, vergiler, “merkezsizleşmiş gerçek halk bankaları sistemi” ve işçiler arasında doğrudan ticaret, tüm bunlar bu geçiş programına işaret eden delillerdi.
Sonuç olarak, Kropotkin’in uyarısını hatırlatıyoruz: “Devrim komünist olmalıdır, aksi takdirde kana boğulacaktır.”
Çeviri: Anarşist Bakış
Kaynak: “Anarchist-Communism”, Alan Pengam, 1987.