aşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 4. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere buradan ulaşabilirsiniz.
BÖLÜM 4: SİSTEM NASIL ÇALIŞIR
Daha yakından bak ve sistemin nasıl “çalıştığını” gör.
Hayatın ve onun gerçek anlamının nasıl altüst ve karmakarışık olduğunu bir düşün. Kendi varoluşunun saçma sapan bir anlaşmayla nasıl zehirlendiğini ve perişan edildiğini gör.
Hayatının amacı ne, neşesi nerede?
Dünya zengin ve güzeldir, parlak güneş ışığı kalbini memnun etmelidir. İnsanın dehası ve emeği doğanın güçlerini çözümledi, şimşek ve havayı insanlığın hizmetine kullandı. Bilim ve teknik, insan endüstrisi ve emek inanılamayacak bir zenginlik üretti. Kıyısız ve uzak denizleri aştık, buhar motoruyla mesafeyi ortadan kaldırdık, elektrikli kıvılcım ve benzinli motor insanı yeryüzünden uzaklaştırdı, isteklerimize karşılık bulmak için atmosfere bile ulaştık. Uzayı da keşfettik ve dünyanın en uzak köşeleri birbirine yaklaştırıldı. İnsan sesi şimdi yarımküreleri çevreliyor ve oradaki masmavi filo, insanlığın selamını dünyanın tüm halklarına taşıyor.
Yine de insanlar ağır yükler altında inliyor ve kalplerinde neşe yok. Hayatları sefaletle dolu, ruhları istek ve ihtiyaçtan soluklaşıyor. Yoksulluk ve suç her yeri dolduruyor; binlerce kişi hastalığın ve deliliğin kıyısında, savaş milyonları katlediyor, yaşayanlara zulüm ve baskı getiriyor.
Bu kadar zengin ve güzel bir dünyada neden bu kadar sefalet ve cinayet var? Doğanın cömertliği ve güneş ışığı ile dolu yeryüzündeki tüm acı ve keder neden?
Kilise “Tanrı’nın isteğidir” diyor.
Yasa koyucu “İnsanlar kötüdür” diyor.
Budala “Böyle olmak zorunda” diyor.
Bu doğru mu? Gerçekten böyle olmak zorunda mı?
Sen, ben ve her birimiz, hepimiz yaşamak istiyoruz. Tek bir hayatımız var ve bunu haklı olarak en iyi şekilde yaşamak istiyoruz. Yaşarken biraz neşe ve güneş ışığı istiyoruz. Öldüğümüzde bize ne olacağını bilmiyoruz. Kimse bilmiyor. Yüksek ihtimal, öldüğümüzde ölü olarak kalacağız. Öyle olsun ya da olmasın, yaşarken neşe ve kahkaha, günışığı ve mutluluk için açlık duyuyoruz. Doğa bizi böyle şekillendirdi. Senin, benim ve bizim gibi milyonlarca insanın yaşamı ve neşeyi özlemesini sağladı. Bunlardan yoksun bırakılmak, sonsuza dek bize ve yaşama hükmeden bir avuç insanın kölesi olarak kalmak hak mıdır, adil midir?
Kilisenin sana söylediği gibi bu “Tanrı’nın isteği” olabilir mi?
Eğer bir Tanrı varsa o adil olmalıdır. O, aldatılmamıza, hayattan ve hayatın zevklerinden mahrum edilmemize izin verir mi? Bir Tanrı varsa o bizim babamız ve herkes onun çocukları olmalıdır. İyi bir baba çocuklarının bir kısmının aç ve perişan olmasına izin verirken diğerlerinin ne yapacaklarını bilmedikleri kadar çok şeyinin olmasına izin verir mi? Sırf bir kralın ihtişamı ya da kapitalistin kârı için binlerce, hatta milyonlarca çocuğunun öldürülmesinden ve katledilmesinden acı duymaz mı? Adaletsizliği, öfkeyi ve cinayeti onaylar mı? Hayır dostum, iyi bir babaya, adil bir Tanrı’ya inanamazsın. İnsanlar sana Tanrı’nın böyle şeyler istediğini söylüyorlarsa sana yalan söylüyorlardır.
Belki Tanrı’nın iyi olduğunu ve kötü olanın insanlar olduğunu söylüyorsun, dünyada işlerin bu kadar yanlış gitmesinin sebebi budur diyorsun.
Ama insanlar kötüyse onları kim böyle yaptı? Elbette, Tanrı’nın insanları kötü yaptığına inanmıyorsunuz, çünkü bu durumda bundan kendisi sorumlu olacaktı. O zaman, eğer insanlar kötüyse onları başka bir şeyin kötü yaptığı anlamına gelir. Olabilir, bakalım.
İnsanların nasıl olduklarına, ne olduklarına ve nasıl yaşadıklarına bakalım. Senin nasıl yaşadığına bir bakalım.
En küçük yaşından itibaren başarılı olman, “para kazanman” gerektiği sana dayatıldı. Para; güvenlik ve güç demekti. Kim olduğunun bir önemi yoktu, banka hesabının büyüklüğü kadar “değerliydin”. Yani sana da diğer herkese öğretilen şeyleröğretildi. Herkesin hayatının neden para için, dolar için bir kovalamaca haline geldiğini, tüm varoluşunun sahip olma ve servet mücadelesine dönüştüğünü merak ediyor musun?
Paraya olan açlık, kişinin tükettikleriyle orantılıdır. Zavallı kişi bir parça rahatlık için, yaşamak için mücadele eder. Varlıklı kişi, kendi güvenliğini sağlamak ve yarının korkusundan korunmak için daha fazla zenginlik ister. Ve o büyük bir bankacı olduğunda çabalarını gevşetmemeli, yarışı başka birine kaptırma korkusuyla rakiplerine keskin bir gözle bakmalıdır.
Bu yüzden herkes bu vahşi kovalamacaya katılmaya mecburdur ve sahip olma açlığı insan güçlendikçe daha da güçlenir. Hayatın en önemli parçası haline gelir; her düşünce parayla ilgilidir, tüm çaba zengin olmaya yönelmiştir ve şu anda servete olan susuzluk bir çılgınlığa, servete sahip olanları da olmayanları da ele geçiren bir çılgınlığa dönüşür.
Böylece hayat, sevinç ve güzelliğin yegâne anlamını yitirdi; Varoluş, altın buzağı etrafında mantıksız, vahşi bir dans, Tanrı Mamon’a1 çılgınca tapınılması haline geldi. O dansta ve o ibadette insan, yüreğinin ve ruhunun tüm ince niteliklerini (nezaket ve adalet, şeref ve onur, başkalarına duyduğu merhamet ve sempati) feda etmiştir.
“Her koyun kendi bacağından asılır” sözünün bu koşullar altında çoğu insanın prensibi ve dürtüsü haline gelmesi gerekir. Bu çılgın para kovalamacasında neden insanın en kötü özelliklerinin (açgözlülük, kıskançlık, nefret ve en alçak tutkuların) yükseltildiğine şaşırmaya gerek var mı? İnsan -bu koşullar altında- yozlaşır ve kötüleşir; kaba ve adaletsiz hale gelir; aldatmaya, hırsızlığa ve cinayete başvurur.
Kendine daha yakından bak ve şehrinde, ülkende, genel olarak dünyada para, mülk, mülkiyet uğruna ne kadar fazla yanlış olduğunu ve suçun işlendiğini gör. Dünyanın yoksulluk ve sefaletle ne kadar dolu olduğunu gör; binlerce insanın hastalıklara ve deliliğe, aptallığa ve öfkeye, intihara ve cinayete kurban gittiğini gör. Bunların hepsi içinde yaşadığımız insanlık dışı ve acımasız koşullar yüzünden.
Gerçekten bilge olan kişi, paranın tüm kötülüklerin kaynağı olduğunu söylemişti. Nereye bakarsan bak, paranın, sahip olmanın, ele geçirmenin ve elinde tutmanın çılgınlığının yozlaştırıcı ve aşağılayıcı etkilerini göreceksin. Her bir kişi kaşıkla ya da kepçeyle almak, bugünden zevk alıp kendini yarından korumak ve biriktirebildiği kadar biriktirmek için vahşileşir.
Bu nedenle bu kişinin kötü olduğunu söyleyebilir misin? Varoluş koşullarıyla, içinde yaşadığımız çılgın sistemde para peşinde koşmaya mecbur değil mi? Çünkü başka seçeneğin yok- yarışa girmeli ya da düşmelisin.
Öyleyse hayatın seni böyle olmaya zorlaması senin hatan mı? Kardeşinin, komşunun veya başka birinin suçu mu? Daha ziyade, hepimizin bu çılgınca planın içine doğmuş olmamız ve uyum sağlamamız gerekmiyor mu?
Bizi böyle davranmaya iten planın kendisi yanlış değil mi? Bir düşün ve kalbinde hiç kötülük olmadığını göreceksin, ancak bu koşullar seni genellikle yanlış olduğunu bildiğin şeyleri yapmaya zorluyor. Onları yapmamayı tercih edersin. Başkalarına karşı elinden geldiğince nazik olmayı ve onlara yardım etmeyi istersin. Ancak bu yöndeki eğilimlerini takip edersen, kendi çıkarlarını ihmal edersin ve kısa süre sonra kendine muhtaç kalırsın.
Bu yüzden varoluş koşulları içimizdeki nezaketi ve insani içgüdüleri bastırır, boğar ve bizi hemcinslerimizin ihtiyacı ve sefaletine karşı sertleştirir.
Bunu varoluşun her aşamasında, tüm insan ilişkilerinde, tüm sosyal hayatımızda göreceksin. Elbette, çıkarlarımız aynı olsaydı, herhangi birinin diğerinden yararlanmasına gerek kalmazdı. Çünkü Jack için iyi olan şey Jim için de iyi olurdu. Elbette, insanlığın çocukları olarak gerçekte aynı çıkarlara sahibiz. Fakat aptalca ve suça iten bir toplumsal düzenlemenin -günümüz kapitalist sisteminin- üyeleri olarak, çıkarlarımız hiç de aynı değil. Aslında toplumdaki farklı sınıfların çıkarları birbirine zıttır; önceki bölümlerde işaret ettiğim gibi, bu çıkarlar düşmanca ve uzlaşmazdır.
Bu nedenle insanların çıkarlarına uygun olduğu ve bundan kâr elde edebilecekleri zaman birbirlerinden yararlandıklarını görüyorsunuz. İş hayatında, ticarette, işveren ve çalışan arasındaki ilişkilerde, her yerde bu prensibi göreceksin. Her biri diğerinin önüne geçmeye çalışıyor. Rekabet milyarder bankacı, büyük üretici ve sanayinin efendisinden başlayıp fabrikadaki son işçiye kadar toplumsal ve maddi ölçekte kapitalist yaşamın ruhu haline geliyor. Çünkü işçiler bile iş ve daha iyi ücret için birbirleriyle rekabet etmek zorunda kalıyor.
Bu şekilde tüm hayatımız insanın insana, sınıfın sınıfa karşı mücadelesine dönüşüyor. Bu mücadelede başarıya ulaşmak, rakibi alt etmek ve mümkün olan her şekilde onun önüne geçmek için her yöntem kullanılıyor.
Bu tür koşulların insanın en kötü niteliklerini geliştireceği ve yükselteceği açıktır. Yasanın güç ve nüfuz sahibi olanları, zenginleri ve varlık sahiplerini, nasıl zengin olurlarsa olsunlar koruyacağı da bir o kadar açıktır. Zavallı kişi, bu koşullar altında kaçınılmaz olarak en kötüsü olmalıdır. Zenginin yaptığı gibi yapmaya çalışacaktır. Ancak menfaatlerini hukukun koruması altında ilerletmek için aynı fırsata sahip olmadığından, bunu genellikle yasanın dışında yapmaya kalkışacak ve yasanın kodesine düşecektir. Zenginden farklı bir şey yapmasa da -birinden yararlandı, birini aldattı- bunu “yasadışı” yaptı ve sen ona suçlu diyorsun.
Şu sokak köşesindeki zavallı çocuğa bak mesela. Yırtık pırtık, solgun ve yarı aç. Varlıklı birinin oğlu olan başka bir oğlana bakıyor ve o çocuk güzel kıyafetler giyip iyi beslenirken zavallı çocukla oynamaya bile tenezzül etmiyor. Yırtık pırtık çocuk zengin çocuğa kızıyor, içerliyor ve ondan nefret ediyor. Ve zavallı çocuk gittiği her yerde aynı şeyi yaşıyor; görmezden geliniyor ve küçümseniyor, sık sık tekmeleniyor, her zaman saygılı davrandığı insanların onun zengin çocuk kadar iyi olmadığını düşündüklerini düşünüyor. Zavallı çocuk küser. Ve büyüdüğünde yine aynı şeyi görür: Zenginlere hayranlık ve saygı duyuluyor, fakirler ise tekmeleniyor ve hor görülüyor. Böylece zavallı çocuk yoksulluğundan nefret eder ve nasıl zengin olabileceğini, para kazanabileceğini düşünür, başkalarının her zaman ondan yararlandığı gibi, başkalarından yararlanarak zenginliği bir şekilde (aldatarak, yalan söyleyerek ve hatta bazen suç işleyerek) elde etmeye çalışır.
Sonra onun ‘kötü’ olduğunu söylüyorsun. Onu kötü yapan şeyi görmüyor musun? Tüm hayatının, koşullarının onu şimdiki haline getirdiğini görmüyor musun? Ve bu koşulları sağlayan sistemin küçük bir hırsızdan çok daha büyük bir suçlu olduğunu görmüyor musun? Yasa devreye girecek ve onu cezalandıracak, ancak bu kötü koşulların var olmasına izin veren ve onu suçluya dönüştüren sistemi destekleyen aynı yasa değil mi?
Bir düşün, insanları kendilerini kötüleştiren koşullarda yaşamaya zorlayarak suçu var edenin, devlet ve yasanın ta kendisi olup olmadığına bak. Yasanın ve devletin tüm suçların kökenini, en büyük suçu yani kapitalist maaş sistemini nasıl koruduğunu ve ardından zavallı suçluyu cezalandırmaya nasıl devam ettiğini gör.
Düşün, bir yanlışı yasalar tarafından korunurken yapman ile bu yanlışı yasadışı bir şekilde yapman arasında bir fark var mı? Hepsi aynı kapıya çıkar. Hatta yasal yanlış yapmak daha büyük bir kötülüktür çünkü yasadışı yanlıştan daha fazla sefalet ve adaletsizliğe neden olur. Yasal suç her zaman devam eder; cezalandırılamaz ve sistem tarafından kolaylaştırılır. Yasadışı suçsa çok sık işlenmezken kapsamı ve etkisi daha sınırlıdır.
Kim daha çok sefalete neden oluyor: Zengin imalatçının, kârını artırmak için binlerce işçinin ücretlerini düşürmesi mi, yoksa işsizin açlıktan ölmemek için bir şeyler çalması mı?
Kim daha büyük yanlış yapıyor: Süs köpeği için gümüş bir kayışa bin dolar harcayan kodamanın eşi mi, yoksa bazı ıvır zıvırları cebine atma arzusuna karşı koyamayan ve aynı kodamanın mağazasında düşük ücretle çalışan genç kadın mı?
Kim daha büyük suçlu: Buğday piyasasını köşeye sıkıştıran ve fakirin ekmeğinin fiyatını yükselterek milyon dolarlık kâr elde eden spekülatör mü yoksa hırsızlık yapan evsiz serseri mi?
İnsanın en büyük düşmanı kimdir: Kötü havalandırılan, tehlikeli madenlerde insan hayatını feda etmekten sorumlu olan açgözlü kömür baronu mu yoksa saldırı ve soygundan suçlu gariban mı?
Dünyadaki en büyük kötülüğe neden olan yanlışlar ve suçlar, yasayla cezalandırılanlar değildir. Yeryüzünü sefalet, istek, arzu, çatışma, katliam ve yıkımla dolduranlar; yasa ve devlet tarafından korunan, meşrulaştırılan yasal yanlışlar ve cezalandırılamaz suçlardır.
Suç ve suçlular, hırsızlık ve soygun, kişiye ve mülke karşı işlenen suçlar hakkında çok şey duyuyoruz. Günlük basının köşeleri bu tür haberler ile dolu. Günün “haberi” olarak kabul ediliyorlar.
Peki kapitalist endüstrinin ve iş dünyasının suçları hakkında çok şey duyuyor musun? Gazeteler sana -göstergeleri düşük ücretler ve yüksek fiyatlar olan- sürekli soygun ve hırsızlık hakkında bir şey söylüyor mu? Gazeteler pazar spekülasyonlarının, gıdanın bozulmasının, sahtekarlığın, gaspın ve ticaretin gelişmesini sağlayan tefeciliğin sebep olduğu yaygın sefalet ile ilgili de bir şeyler söylüyorlar mı? Onlar sana, kapitalist sistemin yarattığı sürekli ve düzenli çaresizliklerden, intihardan, hastalıklardan, erken ölümlerden, kırık ve parçalanmış kalplerden, yanlışlardan ve kötülüklerden söz ediyorlar mı?
İşten atılan ve ölümleri veya yaşamları kimsenin umurunda olmayan binlerce kişinin acısını ve endişesini anlatıyorlar mı? Sana endüstrimizdeki kadınlara ve kız çocuklarına ödenen açlık maaşlarından, birçoğunu hayatlarını idame ettirmek için bedenlerini satmaya doğrudan zorlayan acımasızlıklardan bahsediyorlar mı? İşsizler ordusundan ve daha iyi ücret almak için greve gidildiğinde kapitalizmin, ekmeklerini ağızlarından alacağı işçilerden bahsediyorlar mı? Sana tüm yürek acısıyla ve sefaletle birlikte işsizliğin doğrudan kapitalist sistemden kaynaklandığını söylüyorlar mı? Ücretli kölenin emeğinin ve terinin kapitalist için nasıl kâr haline getirildiğini anlatıyorlar mı? İşçinin sağlığı, zihni ve bedeni sanayi kodamanlarının açgözlülüğüne nasıl feda ediliyor, aptal kapitalist rekabet ve plansız üretimde emek ve hayat nasıl boşa harcanıyor, sana bunlardan bahsediyorlar mı?
Gerçekten de sana suçlar ve suçlular hakkında, insanın özellikle de işçilerin “aşağı” sınıflarının “kötülüğü” ve ‘”şeytaniliği” hakkında çok şey anlatıyorlar. Ama sana kapitalist koşulların kötülüklerimizin ve suçlarımızın çoğunu ürettiğini, kapitalizmin kendisinin en büyük suç olduğunu ve sadece bir günde bütün katillerin toplamından daha fazla can aldığını söylemiyorlar. İnsan hayatının başlamasından bu yana tüm dünyada suçluların neden olduğu cana ve mülke zarar verme, on milyonlarca ölü ve yirmi milyon yaralıyla tek bir kapitalist olay olan Dünya Savaşı’nın yarattığı hesaplanamaz tahribat ve sefaletle karşılaştırıldığında sadece çocuk oyuncağıdır. Bu devasa katliam, kapitalizmin meşru çocuğuydu, çünkü tüm fetih ve kazanç savaşları, uluslararası burjuvazinin çatışan mali ve ticari çıkarlarının sonucudur. Daha sonra Woodrow Wilson ve sınıfının bile itiraf ettiği gibi, bu bir kâr savaşıydı.
Gördüğün gibi yine kâr. İnsanın etini ve kanını kâra dönüştürmek için vatanseverlik kullanılıyor.
Karşı çıkıyorsun; “Vatanseverlik!” “Bu haklı ve asil bir neden!”
Arkadaşın soruyor “Ve işsizlik, bundan da mı kapitalizm sorumlu? Bana uygun bir işinin olmaması patronumun mu suçu? “
Çeviren: Burak Aktaş