Anarşizm Nedir? (6): Savaş – Alexander Berkman

  Alexander Berkman

Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 6. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere buradan ulaşabilirsiniz.

BÖLÜM 6: SAVAŞ? 

Savaş! Ne anlama geldiğini biliyor musun? Dilimizde bundan daha korkunç bir kelime var mı? Aklına katliam ve kan dökme, cinayet, yağma ve yıkım görüntülerini getirmiyor mu? Topun gümbürtüsünü, ölülerin ve yaralıların çığlıklarını duyamıyor musun? Cesetlerle dolu savaş alanını göremiyor musun? Yaşayan insanlar paramparça olmuş, kanları ve beyinleri etrafa dağılmış, hayat dolu insanlar aniden leşe dönmüş. Ve orada, evde, her saniye keder içinde yaşayan binlerce baba, anne, eş ve sevgili, sevdiklerinin başına bir talihsizlik gelmesin diye korkuyor ve asla geri dönmeyeceklerin dönüşünü bekliyor. 

Savaşın ne demek olduğunu biliyorsun. Kendin hiç cephede bulunmamış olsan bile milyonlarca ölüsü ve sakatı, sayısız insan fedakarlığı, kırık hayatları, mahvolmuş evleri, tarif edilemez gönül acısı ve sefaleti ile savaştan daha büyük bir lanet olmadığını biliyorsun. 

“Korkunç”, kabul ediyorsun, “ama yapacak bir şey yok”. Savaşın kaçınılmaz olduğu zamanlar geldiğinde tehlike anında ülkeni savunman gerektiğini düşünüyorsun. 

Öyleyse savaşa katıldığında ülkeni gerçekten savunup savunmadığına bakalım. Savaşa neyin sebep olduğunu ve üniformanı giyip katliama gitmenin ülkenin yararına olup olmadığına bakalım. 

Savaşta kimi ve neyi savunduğunu bir düşünelim. Savaşla kim ilgileniyor ve kim bundan fayda sağlıyor? 

Üreticimize geri dönelim. Ürününü kendi ülkesinde belli bir kârla satamayınca, o (ve aynı şekilde diğer malların üreticiler) bazı yabancı topraklarda pazar arar. İngiltere’ye, Almanya’ya, Fransa’ya ya da başka bir ülkeye gider ve orada “aşırı üretimini”, “fazlalığını” elden çıkarmaya çalışır. 

Ancak orada kendi ülkesindeki koşulların aynısını bulur. Orada da “aşırı üretim” var; yani işçiler, ürettikleri malları satın alamayacakları kadar sömürülüyor ve düşük ücret alıyorlar. Bu nedenle İngiltere, Almanya, Fransa vb. ülkelerdeki üreticiler de tıpkı Amerikalı üretici gibi başka pazarlar arıyor. 

Amerika’daki belli bir sanayi kolunun üreticileri kendilerini büyük bir birlik halinde örgütlüyorlar, diğer ülkelerin sanayi kodamanları da aynı şeyi yapıyor ve ulusal birlikler birbirleriyle rekabet etmeye başlıyor. Her ülkenin kapitalistleri en iyi pazarları -özellikle yeni pazarları- ele geçirmeye çalışıyor. Henüz kendi endüstrisini geliştirememiş olan Çin, Japonya, Hindistan ve benzeri ülkelerde yeni pazarlar buluyorlar. Her ülke kendi sanayisini geliştirdiğinde artık yabancı pazar kalmayacak ve o zaman bazı güçlü kapitalist gruplar tüm dünyada uluslararası tröstlere dönüşecektir. Ama şimdi çeşitli sanayi ülkelerinin kapitalistleri dış pazarlar için savaşıyor ve orada birbirleriyle rekabet ediyor. Daha zayıf bir ülkeyi kendilerine özel ayrıcalıklar vermeye zorluyorlar; rakiplerinin hırslarını uyandırıyorlar, tavizler ve kâr kaynakları konusunda başlarını belaya sokuyorlar ve kendi hükümetlerini çıkarlarını savunmaya çağırıyorlar. Amerikan kapitalisti, “Amerikan” çıkarlarını korumak için hükümetine başvuruyor. Fransa, Almanya ve İngiltere kapitalistleri de aynı şeyi yapıyor: Hükümetlerini kârlarını korumaya çağırıyor. Sonra çeşitli hükümetler de halklarını “ülkelerini savunmaya” çağırıyor. 

Oyunun nasıl oynandığını görüyor musun? Sana, seni yabancı bir ülkedeki bazı Amerikan kapitalistlerinin ayrıcalıklarını ve varlıklarını korumak için çağırdıkları söylenmiyor. Bunu sana söylerlerse onlara güleceğini ve plütokratların kârını artırmak için vurulmayı reddedeceğini biliyorlar. Ama sen ve senin gibiler olmadan savaşamazlar! Böylece ‘Ülkeni koru! Bayrağına hakaret ediliyor!” deniyor. Bazen ülkenin bayrağına yabancı bir ülkede hakaret etmek için parayla haydutlar tutuyorlar ya da orada bazı Amerikan mallarını yok ettiriyorlar; böylece evdeki insanların çılgına dönmesinden, ordu ve donanmaya katılmak için acele edeceklerinden emin oluyorlar. 

Abarttığımı sanma. Amerikan kapitalistlerinin, orada daha “dostane” bir hükümet kurmak ve böylece istedikleri tavizleri güvence altına almak için yabancı ülkelerde (özellikle Güney Amerika’da) devrimlere bile neden oldukları bilinmektedir. 

Ancak genellikle bu kadar ileri gitmelerine gerek kalmaz. Tek yapmaları gereken, “vatanseverliğine” hitap etmek, seni biraz gururlandırmak, “tüm dünyaya bedel olduğunu” söylemek ve seni asker üniformasını giymeye, emirleri yerine getirmeye hazır hale getirmek. 

Vatanseverliğin, memleket sevgin bunun için kullanılıyor. Büyük İngiliz düşünür Carlyle şunları yazmıştı: 

“Gayri resmi bir dille konuşursak, savaşın net anlamı ve sonucu nedir? Bildiğim kadarıyla örneğin, Britanya’nın Dumdrudge köyünde genellikle beş yüz kadar ruh yaşıyor ve çalışıyor. Fransız savaşı sırasında, bunların içerisinden sırasıyla Fransızların “doğal düşmanları” olan otuz sağlam gövdeli adam seçildi. Dumdrudge, masrafları kendisine ait olmak üzere onlara baktı ve besledi; O, zorluk çekmeden ve hayıflanmadan onları erkek olana kadar besledi ve hatta onları el sanatları konusunda eğitti, böylece birisi dokuyabilirdi, başka birisi inşa edebilirdi, başka birisi çekiç kullanabilirdi ve en zayıf olanları ise 240 kg taşıyabilirdi. Yine de çok fazla ağlayış ve küfürden sonra; hepsine kırmızı giydirildi ve kamu görevlisi olarak iki bin mil kadar gittiler yani İspanya’nın güneyine gönderildiler ve orada geri çağrılana kadar ihtiyaçları giderildi.  

Ve şimdi, İspanya’nın güneyindeki aynı noktaya, Fransa Dumdrudge’dan gelen otuz tane Fransız zanaatkar var, tıpkı diğerleri gibi bunlar da sonsuz çaba ve emekle getirildi. İki taraf ta otuza otuz ve her birinin elinde silahla karşı karşıya geldiler.  

‘Ateş’ kelimesi ağızdan çıktı ve birbirlerinin ruhlarını uçurdular, artık altmış canlı kanlı işe yarar zanaatkar yerine yakılması ve arkasından ağıt yakılması gereken altmış leş vardı. Bu adamların herhangi bir kavgası var mıydı? Aralarında en ufak bir husumet bile yoktu! Birbirlerinden yeterince uzakta yaşadılar ve birbirlerine tamamen yabancılardı, bu kadar geniş evrende kendilerinin bile haberi olmadan ticaret yoluyla birbirlerine yardım ettiler. O zaman nasıl? Yöneticileri birbirine düşmüştü ve birbirlerini vurmak yerine, bu zavallı mankafaları birbirlerine ateş ettirecek kadar kurnazlardı.” 

Savaşa girdiğinde ülken için savaşmazsın. Valilerin, yöneticilerin, kapitalist efendilerin için savaşırsın. 

Ne ülken ne de insanlık ne sen ne de sınıfın -işçiler- savaşla bir şey kazanamaz. Bundan kâr sağlayanlar yalnızca büyük finansörler ve kapitalistlerdir. 

Savaş senin için kötüdür. İşçiler için kötüdür. İşçilerin kaybedecek her şeyleri var fakat kazanacak hiçbir şeyleri yok. Şan bile büyük generallere ve mareşallere gittiği için onu dahi kazanamazlar. 

Savaşta sen ne kazanırsın? Kötüleşirsin, vurulursun, sana gaz verilir, sakatlanırsın veya öldürülürsün. Bu, herhangi bir ülkedeki tüm işçilerin savaştan çıkması için yeter. 

Savaş ülken için kötü, insanlık için kötü; katliam ve yıkım demek. Savaşın yok ettiği her şey -köprüler ve limanlar, şehirler ve gemiler, tarlalar ve fabrikalar- hepsi yeniden inşa edilmelidir. Bu, halkın inşa için doğrudan ve dolaylı olarak vergilendirildiği anlamına gelir. Çünkü son tahlilde her şey insanların cebinden çıkar. Dolayısıyla savaşın genel olarak insanlık üzerindeki acımasız etkisinden bahsetmesek bile, savaş onlar için maddi olarak da kötüdür. Ve savaşta öldürülen, kör edilen veya sakatlanan her 1000 kişiden 999’unun işçi sınıfı, işçilerin ve çiftçilerin oğulları olduğunu unutmayın. 

Modern savaşta galip yoktur, çünkü kazanan taraf neredeyse mağlup olan kadar kaybeder. Bazen daha da fazlasını, geçen seferdeki Fransa gibi. Fransa bugün Almanya’dan daha fakir. Her iki ülkenin işçileri de savaşta uğradığı kayıpları telafi etmek için açlıktan ölme derecesinde vergilendiriliyor. Dünya Savaşı’na katılan Avrupa ülkelerinde işgücü ücretleri ve yaşam koşulları büyük felaketten öncekine göre çok daha düşük. 

“Ama Birleşik Devletler savaş sayesinde zengin oldu” diye itiraz ediyorsun. 

Bir avuç insanın milyonlar kazandığını ve büyük kapitalistlerin büyük karlar elde ettiğinden bahsediyorsun. Elbette başardılar. Büyük finansörler, Avrupa’ya yüksek faiz oranlarıyla borç vererek, savaş malzemesi ve mühimmat tedarik ederek başardılar. Peki sen bunun neresindesin? 

Avrupa’nın Amerika’ya olan mali borcunu ya da faizini nasıl ödediğini bir düşün. Bunu, eskiye göre işçilerin emeğini daha fazla sömürerek ve onlar üzerinden elde ettiği kârı arttırarak yapar. Avrupalı üreticiler, daha düşük ücretler ödeyerek ve malları daha ucuza üreterek Amerikalı rakiplerinden daha düşük fiyata satabilir ve bu nedenle Amerikalı üretici de daha düşük maliyetle üretim yapmak zorunda kalır. İşte bu noktada ‘ekonomi’ ve ‘rasyonalizasyonu’ devreye giriyor. Sonuç olarak ya daha çok çalışmalı ya maaşın düşürülmeli ya da tamamen işten atılmalısın. Avrupa’daki düşük ücretlerin senin durumunu nasıl doğrudan etkilediğini görüyor musun? Amerikalı bir işçi olarak Avrupa kredilerinin faizini ödemek için Amerikan bankacılarına yardım ettiğini biliyor musun? 

Savaşın fiziksel cesareti geliştirdiği için iyi olduğunu iddia eden insanlar var. Fikirleri aptalca. Sadece kendileri hiç savaşmamış olanlar ve savaşları başkaları tarafından yapılanlar böyle bir fikri düşünebilir. Fakir aptalları zenginlerin çıkarları için savaşmaya ikna etmek amaçlı uydurulmuş bir argümandır. Gerçekte savaşmış insanlar size modern savaşın kişisel cesaretle ilgisi olmadığını söyleyecektir. Düşmandan çok uzakta geçen kitlesel bir savaştır. Daha iyi kişinin kazanabileceği kişisel karşılaşmalar oldukça nadirdir. Modern savaşta düşmanlarınızı görmezsin. Bir makine gibi körü körüne savaşırsın. Savaşa ölümüne korkarak giriyorsun, sonraki dakika paramparça olabileceğinden korkuyorsun. Savaşa sadece reddetmeye cesaretin olmadığı için gidiyorsun. 

Haklı olduğunu bildiği zaman gündelik baskıya -arkadaşları ve ülkesiyle ters düşse dahi- karşı çıkabilen, bu yüzden cezalandırılabilen, hapse girebilen, sabırlı kalabilen ve kendisi üzerinde otorite sahibi olanlara meydan okuyabilen işte cesur kişi budur. Katile dönüşmeyi reddettiği için “tembel” olarak alay ettiğiniz kişi, işte onun cesarete ihtiyacı var. Öte yandan sadece emirlere uymak, sana söylenenleri yapmak ve diğer binlerce kişiyle aynı çizgide olmak ve “Yıldız Süslü Sancak” uğruna onunki kadar çok cesarete ihtiyacınız var mı? 

Savaş cesaretini yok eder ve yiğitliğini ezer. Ölüme mahkûm olan yüz bin kişi tıpkı senin gibi, “düşünmek ve nedenini anlamak size düşmez, size düşen yapmak ve ölmektir” fikriyle yaşananlardan sorumlu olmadıkları duygusuyla alçalırlar ve şaşkına dönerler. Savaş körü körüne itaat, düşüncesiz aptallık, acımasız duygusuzluk, ahlaksız yıkım ve sorumsuz cinayet demektir. 

Savaşın çok fazla insanı öldürdüğü ve böylece hayatta kalanlar için daha fazla istihdam oluşturduğunu ve bu yüzden savaşın iyi bir şey olduğunu söyleyen insanlarla tanıştım. 

Bunun mevcut sistem için ne kadar korkunç bir iddia olduğunu düşün. Bir topluluktaki insanların bir kısmının topluluğun geri kalanı rahat yaşasın diye ölmesinin iyi olduğunu düşün! Bu şimdiye kadarki en kötü sistem, en büyük yamyamlık olmaz mıydı?  

İşte kapitalizm tam da budur: Bir insanın diğerini yediği ya da diğeri tarafından yendiği bir yamyamlık sistemi. Bu, kapitalizm için savaşta olduğu gibi barış zamanında da geçerlidir ancak savaşta gerçek karakterinin maskesi düşmüştür ve karakteri daha belirgindir. 

Mantıklı, insancıl bir toplumda bu böyle olamazdı. Aksine, belirli bir topluluğun nüfusunun fazla olması herkesin yararına olur çünkü insanların işi o zaman daha da hafifler. 

Bir topluluk -bu açıdan- aileden farksızdır. Her ailenin isteklerinin karşılanması için belli bir miktar emeğe ihtiyacı vardır. Eğer ailede gerekli işi yapacak ne kadar çok insan olursa işler herkes için o kadar kolaylaşır ve herkesin yükü o derecede azalır. 

Aynı şey, yalnızca ailenin büyük ölçekteki hali olan bir topluluk veya bir ülke için de geçerlidir. Topluluğun ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli işi yapacak ne kadar çok insan varsa, her üyenin görevi o kadar kolay olur. 

Bugünkü toplumumuzda durum tam tersi ise bu durum sadece koşulların yanlış, barbarca ve sapkın olduğunu kanıtlar. Dahası kapitalist sistem sadece insanların katledilmesiyle gelişebiliyorsa bu durum toplumun suçlu olduğunu gösterir. 

Öyleyse işçiler için savaşın yalnızca daha büyük yükler, daha fazla vergi, daha zor iş ve yaşam koşullarının kötüleşmesi anlamına geldiği açıktır. 

Ancak kapitalist toplumda savaşın kendileri için iyi olduğu yalnızca bir kesim vardır. Savaştan para çıkaran, senin “vatanseverliğin” ve özverin ile zenginleşen kesim. Bu kesim mühimmat üreticileri, gıda ve diğer ürünlerin spekülatörleri, savaş gemisi üreticileridir. Kısacası savaştan fayda sağlayanlar finans, endüstri ve ticaretin büyük efendileridir. 

Bunlar için savaşlar nimettir. Çok yönlü bir nimet. Çünkü savaş aynı zamanda emekçi kitlelerin dikkatini gündelik sefaletinden uzaklaştırmaya ve bunu “yüksek siyasete” yani insan katliamına dönüştürmeye hizmet eder. Hükümetler ve yöneticiler genellikle bir savaş düzenleyerek halk ayaklanması ve halk devriminden kaçınmaya çalıştılar. Tarih bu tür örneklerle doludur. Elbette savaş iki ucu keskin bir kılıçtır. Çoğu zaman da isyana yol açar. Ancak bu, Rus Devrimi’ne geldiğimizde geri döneceğimiz başka bir hikâye. 

Şimdiye kadar beni dinlediysen, savaşın normal mali ve endüstriyel krizler kadar kapitalist sistemin doğrudan bir sonucu ve kaçınılmaz etkisi olduğunu anlamış olman lazım. 

Kriz, işsizliği ve zorlukları ile -anlattığım şekilde- geldiği zaman sana bunun kimsenin hatası olmadığı, “kötü zamanlar” olduğu, “aşırı üretimin” sonucu olduğu ve benzeri saçmalıklar söylendi. Ve kâr için kapitalist rekabet bir savaş durumunu ortaya çıkardığında, kapitalistler ve onların ahlaksızları -politikacılar ve basın- seni sahte vatanseverlikle doldurmak ve onlar için savaşmalarını sağlamak için “Ülkenizi kurtarın!” diye haykırdılar.  

Vatanseverlik adına sana dürüst ve kendin olmayı bırakman, kendi kararlarını askıya alarak hayatından vazgeçmen emredilir; öldürme, yağma ve yok etme emrine körü körüne itaat ederek öldürücü bir makinede iradesiz bir dişli olmak yani babandan annenden, karından, çocuğundan ve sevdiğin her şeyden vazgeçmen ve sana asla zarar vermeyenleri -senin gibi efendilerinin talihsiz ve aldatılmış kurbanları olan kardeşlerini- katletmeye devam etmen emredilir.  

Carlyle’nin dediği gibi, gerçekten de “vatanseverlik, alçakların sığınağıdır”. 

Nasıl kandırıldığını ve aldatıldığını görmüyor musun? 

Örneğin Dünya Savaşı’nı ele alalım. Amerika halkının katılım için nasıl kandırıldığını bir düşün. Avrupa’nın meselelerine karışmak istemediler. Onlar hakkında çok az şey biliyorlardı ve ölümcül kavgalara sürüklenmek istemiyorlardı. Woodrow Wilson’ı “bizi savaşın dışında tuttu” sloganıyla seçtiler. 

Ancak Amerikan plütokrasisi, savaşta büyük servetler kazanılabileceğini gördü. Avrupalı savaşçılara cephane ve diğer malzemeleri satarak elde ettikleri milyonlardan memnun değillerdi; Amerika Birleşik Devletleri gibi 100 milyonu aşan nüfusu ile büyük bir ülkeyi savaşa sokarak ölçülemeyecek boyutlarda ek kâr elde edilebilirdi. Başkan Wilson onların baskılarına dayanamadı. Ne de olsa hükümet ekonomik güçlerin hizmetçisidir; onların emirlerini yerine getirmek için oradadır. 

Ama halkı açıkça buna karşıyken Amerika nasıl savaşa girebilirdi? Wilson’u ülkeyi savaştan uzak tutma sözü üzerine başkan olarak seçmemişler miydi? 

Eski günlerde mutlak hükümdarlar altında, tebaalar sadece kralın emrine itaat etmek zorunda kalıyorlardı. Ancak bu durum genellikle direniş ve isyan tehlikesini içeriyordu. Modern zamanlarda, insanları yöneticilerinin çıkarlarına hizmet etmesini sağlamanın daha emin ve daha güvenli yolları vardır. Gerekli olan tek şey, onları efendilerinin onlardan yapmalarını istediklerini kendilerinin de istediğine inanmaya ikna etmektir. Yani kendi çıkarları için, ülkeleri için ve insanlık için iyi olduğuna inandırmaktır. Bu şekilde insanın asil ve samimi içgüdüleri, kapitalist üst sınıfın kirli işini yapmak, insanlığın utanç ve incinmesine yol açmak için kullanılır. 

Modern keşifler bu oyunu nispeten kolaylaştırır. Matbaa, telgraf, telefon ve radyo bu konudaki temel yardımcılarıdır. Bu harika şeyleri üreten insan dehası, Mammon (maddiyat tanrısı) ve Mars’ın (savaş tanrısı) çıkarları için sömürülür ve aşağılanır. 

Başkan Wilson, Amerikan halkını sermaye yararına savaşa sokmak için yeni bir şey keşfetti. Eski heyet başkanı Woodrow Wilson, “demokrasi için savaş” ve “bütün savaşları bitirecek savaş” kavramlarını keşfetti. Bu ikiyüzlü sloganla ülke çapında bir kampanya başlatıldı ve Amerikalıların kalplerinde en iğrenç hoşgörüsüzlük, zulüm ve cinayet eğilimleri uyandırıldı; dürüst ve bağımsız bir görüş dile getirme cesaretine sahip olan herkese karşı zehirle ve nefretle dolduruldular; kapitalist bir kâr savaşı olduğunu söylemeye cesaret edenler dövüldü, hapsedildi ve sınır dışı edildi. Cana kastetmeyi reddeden vicdani retçiler acımasızca “tembel” olarak nitelendirildi, kötü muameleye tabi tutuldu ve uzun hapis cezalarına mahkûm edildi; Hristiyan insanlara Nasıralı’nın “Öldürmeyeceksin” emrini hatırlatan erkekler ve kadınlar korkak olarak damgalandı ve hapishaneye kapatıldılar. Savaşın yalnızca kapitalizmin çıkarına olduğunu ilan eden radikaller, “kısır yabancılar” ve “düşman casusları” olarak muamele gördüler. Bütün özgür görüşleri bastırmak için özel yasalar aceleye getirildi. Vicdani retçilerin hepsine ağır cezalar verildi. Atlantik’ten Pasifik’e cani vatanseverlikle sarhoş olan aşırı milliyetçiler terör estirdi. Bütün ülke şovenizm ile çıldırdı. Ülke çapındaki militarist propaganda sonunda Amerikan halkını katliam alanına sürükledi. 

Wilson “savaşmak için fazla gururluydu”, ancak başkalarını mali destekçileri için savaşmaya göndermeyecek kadar da gururlu değildi. O, “savaşmak için fazla gururluydu”, ancak Amerikan plütokrasisinin Avrupa savaş alanlarında ölü bırakılan yetmiş bin Amerikalının hayatlarından altın elde etmesine yardımcı olmayacak kadar da gururlu değildi. 

“Demokrasi için savaş”, “bütün savaşları bitirecek savaş” tarihteki en büyük sahtekarlığı kanıtladı. Nitekim hala sona ermemiş yeni bir savaşlar zinciri başlattı. O zamandan beri, Wilson tarafından bile, savaşın sermaye için muazzam karlar elde etmekten başka hiçbir amaca hizmet etmediği kabul edildi. Avrupa ilişkilerinde daha önce hiç olmadığı kadar karışıklık yarattı. Almanya ve Fransa’yı yoksullaştırdı ve onları iflasın eşiğine getirdi. Avrupa halklarına muazzam borçlar ve işçi sınıflarına dayanılmaz bedeller yükledi. Her ülkenin varlıkları eridi. Bilim yeni yıkım tesisleri tarafından geliştirildi. Hristiyanlığın öngörüsü cinayetin katlanmasıyla kanıtlandı (“Şiddet şiddeti doğurur” anlayışındaki Hristiyan öngörüsü.) ve antlaşmalar insan kanıyla imzalandı. 

Dünya Savaşı finansın efendileri için büyük kazançlar sağladı, işçiler için de mezarlar inşa etti. 

Ve bugün? Bugün, son katliamdan çok daha büyük ve daha korkunç olan yeni bir savaşın eşiğindeyiz. Her hükümet buna hazırlanıyor ve yaklaşan katliam için işçilerin milyonlarca dolarlık terini ve kanını kullanıyor. 

Bunu bir düşün dostum, sermaye ve devletin sana neler yaptığını gör. 

Yakında seni “ülkeni savunmaya” tekrar çağıracaklar! 

Barış zamanlarında tarlada ve fabrikada köle olursun, savaşta top yemi olarak hizmet edersin- hepsi efendilerinin daha fazla şan kazanması için. 

Yine de sana “her şeyin yolunda olduğu”, “Tanrı’nın iradesi olduğu”, “böyle olması gerektiği” söylendi. 

Bunun Tanrı’nın isteği olmadığını, sadece sermayenin ve devletin işi olduğunu görmüyor musun? Bunun böyle olmasının ve “böyle olması gerektiğinin” tek sebebinin siyasi ve endüstriyel efendilerinin kendileri senin emeğin ve gözyaşlarının üzerinden rahat ve lüks içinde yaşarken seni “avam” halk, “alt sınıf” olarak görüp sadece köle olarak kullanmasına, seni kandırmalarına ve aptal yerine koymalarına izin vermen olduğunu görmüyor musun?  

“Her zaman böyleydi,” diyorsun uysalca.  

Çev. Burak Aktaş