Onaltılar Manifestosu

  Genel

Birinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkileri tüm Avrupa’yı kasıp kavururken Pyotr Kropotkin ve 15 yoldaşı, savaş karşısındaki tutumlarını ortaya koyma ihtiyacıyla 28 Şubat 1916’da Onaltılar Manifestosu’nu kaleme aldı. 14 Mart 1916’da La Bataille gazetesinde yayımlanan manifesto, o dönemin anarşist çevrelerinde büyük yankı uyandırdı.

Manifesto, Alman militarizminin ivedilikle durdurulması gerektiğini vurguluyor, bu saldırganlığa karşı direnişin meşruluğunu işaret etmenin yanı sıra işçilerin ve halkların kendi özgürlüklerini kendi elleriyle kazanmasının yolları üzerine de tarifler öneriyordu.

Bu tutum, dönemin birçok anarşistinin eleştirisine hedef oldu. Özellikle Emma Goldman ve Errico Malatesta gibi isimler, Kropotkin ve yoldaşlarının savaşın bir tarafını desteklediğini ve bunun anarşist ilkelerle bağdaşmaz olduğunu savundular. Manifesto, anarşist hareket içinde bir bölünmeye yol açarak savaş karşısındaki stratejik ayrışmayı gözler önüne serdi.

Bugün Onaltılar Manifestosu, savaş ve militarizm karşısında farklı bakış açılarını görmek açısından hala önem taşıyor. O dönemin koşullarında, Kropotkin ve yoldaşlarının neden böyle bir metin kaleme aldığını anlamak, tarihsel bağlamı göz önünde bulundurmayı gerektiriyor. Manifesto sadece dönemsel bir çağrı değil aynı zamanda anarşizm içinde süregelen temel tartışmalardan birinin tarihsel bir yansımasıdır.

Yirminci yüzyılın önemli anarşist düşünürlerinden biri olan Kropotkin ve 15 yoldaşı tarafından kaleme alınan bu önemli belgenin çevirisini sizlerle paylaşıyoruz.

ONALTILAR MANİFESTOSU

Toplumun farklı kesimlerinden sesler, bir an önce barışın sağlanabilmesi için yükseliyor. Yeterince kan döküldüğünü, yeterince yıkım olduğunu ve her koşulda bunun bitmesi gerektiğini söylüyorlar. Bizler yıllardır gazetelerimizde, halklar arasındaki her türlü savaşa, (emperyalist ya da cumhuriyetçi, hangi üniformayı giyerse giysin) militarizme karşı olduğumuzu defalarca anlattık. Dolayısıyla barışın koşulları uluslararası bir kongrede bir araya gelen Avrupalı işçiler tarafından tartışılsaydı, bunu görmekten memnuniyet duyardık. Özellikle Alman halkının, Ağustos 1914’te topraklarını korumak için hareket edildiğine inanmış olsa bile, aslında fetih savaşları için aldatılmış olduklarını fark etmeleri için zamanları vardı.

Gerçekten de Alman işçileri az çok gelişmiş birliklerinde, Fransa, Belçika ve Rusya’nın işgal planlarının çok önceden planlandığını anlamak zorundadır. Eğer bu savaş 1875, 1886, 1911 ya da 1913’te patlak vermediyse bunun nedeninin uluslararası ilişkilerin elverişli olmaması ve askeri hazırlıkların Almanya’ya zafer vaat edecek kadar tamamlanmamış olması olduğunu artık anlamalıdırlar. (Tamamlanması gereken stratejik hatlar, genişletilmesi gereken Kiel kanalı ve geliştirilmesi gereken büyük kuşatma topları vardı.) Ve şimdi, yirmi aylık savaş sürecinin ve korkunç kayıpların ardından, Alman ordusu tarafından gerçekleştirilen istilanın sürdürülemeyeceğinin farkına varmalıdırlar. Özellikle (Avusturya yenilgisinden sonra 1859’da Fransa’nın fark etmiş olduğu gibi) ilhak konusunda rızasını ifade etmesi gerekenin, her bir bölgenin kendi nüfusu olduğunu hatırlamaları gerekmektedir.

Eğer Alman işçiler durumu bizim anladığımız gibi ve sosyal demokratlarının zayıf bir azınlığının idrak edebildiği gibi anlamaya başlarlarsa, ayrıca hükümetlerine seslerini duyurabilirlerse, barış hakkında tartışmaların başlayabilmesi için ortak bir zemin yaratılabilir. Fakat bunun için, ilhak yapmayı ya da ilhakı meşrulaştırmayı kesinlikle reddettiklerini, işgal edilen ülkelerden vergi alma iddiasından vazgeçtiklerini, istilacıların komşu ülkelere verdiği maddi zararı Alman devletinin ödeme zorunluluğunun farkına vardıklarını ve ticaret anlaşması adı altında ekonomik bağımlılığı zorla kabul ettirme niyetinden döndüklerini beyan etmelidirler. Ne yazık ki, Alman halkında bu anlamda bir farkındalığın belirtilerini henüz göremiyoruz.

Bazıları Zimmerwald Konferansı’ndan bahsediyor, ancak bu konferansta temel bir unsur eksikti: Alman işçilerin temsili. Almanya’da savaş sırasında gıda fiyatlarının yükselmesi nedeniyle meydana gelen bazı ayaklanmalardan çokça söz edildi. Ancak bu tür olayların, sürelerini etkilemeksizin, büyük savaşlar sırasında her zaman meydana geldiğini unutuyoruz. Bugünlerde Alman hükümeti tarafından yapılan tüm düzenlemeler, baharın gelişiyle birlikte yeni saldırılara hazırlandığını kanıtlamaktadır. İlkbaharda müttefiklerin yeni ordularla, yeni ekipmanlarla, öncelere göre daha güçlü toplarla karşı koyacağını bildiğinden, müttefik halklar arasına nifak tohumları ekmeye de çalışmaktadır. Ve bu amaçla savaşın kendisi kadar eski bir aracı kullanır: Düşmanlar arasında sadece orduların ve ordu tedarikçilerinin karşı çıktığı “yakın zamanda gelecek bir barış” söylentisini yaymak. Bülow ve sekreterleri, İsviçre’de kaldıkları son günlerde bunun peşindeydi.

Peki barışın hangi koşullar altında gerçekleştirilmesini öneriyor?
Neue Zürcher Zeitung ne olduğunu biliyor gibi görünüyor ve resmi gazete Nord-deutsche Zeitung da bunu çürütmüyor. Belçika’nın çoğunluğunun tahliye edileceğini, ama bunun bir şartla olacağını söylüyorlar: Alman ordusunun geçişine karşı çıkması gibi şeyleri bir daha yapmayacağına dair taahhütler vermesi şartıyla. Peki başka ne taahhütler isteniyor? Belçika kömür madenleri mi? Kongo mu? Kimse söylemiyor. Ama bir yıllık büyük bir “katkı” şimdiden talep ediliyor. Fransa topraklarında ele geçirilen bölgeler geri verilecek, Fransızca konuşulan Lorraine bölgesi de. Bunun karşılığında Fransa, 18 milyarlık Rus borçlarını Alman devletine aktaracak. Bu 18 milyarlık “katkı”yı Fransız tarım ve endüstri işçileri geri ödemek durumunda kalacak, çünkü sonuçta vergileri onlar ödüyor. İşçilerin emekleriyle zenginlik ve refah dolan on bölgeyi geri almak için 18 milyar verilmiş olacak, ki bu bölgeler şimdilerde harabeye dönüşmüş, tahrip edilmiş durumda.

Almanya’da barışın koşullarıyla ilgili ne düşünüldüğüne gelecek olursak, kesin olan bir şey var: Burjuva basını, halkları Belçika ve Kuzey Fransa’nın bazı kesimlerinin topraklarına katılacağı fikrine hazırlıyor. Ve Almanya’da bu fikre karşı çıkabilecek herhangi bir güç yok. Bu fetih planına karşı ses çıkarması gereken işçiler bunu yapmıyor. Sendikalı işçiler, emperyalist ateşle yönlendirilmeye razı geliyorlar. Hükümetin barışla ilgili kararlarını etkilemek için fazla zayıf olan sosyal demokrat parti ise -büyük bir kalabalığı temsil etse de- bu konuda ikiye ayrılmış durumda ve partinin çoğunluğu hükümeti destekliyor. Alman imparatorluğu, ordularının on sekiz aydır Paris’e 90 km uzaklıkta olduğunu ve Alman halkının yeni fetihler hayaliyle destekçisi olduğunu bildiği için, halihazırda yapılmış olan fetihlerden neden çıkar sağlanamayacağını görmüyor. Yeni fetihler için daha fazla silahlanmaya harcanacak “katkı”daki yeni milyarları kullanarak, uygun gördüğünde Fransa’ya yeniden saldırmak, kolonilerini almak, diğer eyaletlerini ele geçirmek ve artık direnişten korkmamak için barış koşullarını dayatabilecek kudrete sahip olduğuna inanıyor.

Bu koşullarda barıştan bahsetmek, tam anlamıyla Alman devletinin, Bülow’un ve ajanlarının oyununa gelmek, bu oyunu sürdürmektir. Kendi adımıza, Almanya’nın kaderine yön verenlerin barışçıl eğilimleri konusunda bazı yoldaşlarımızın sahip olduğu yanılsamaları paylaşmayı kesinlikle reddediyoruz. Biz tehlikeyi görmeyi, onunla yüzleşmeyi ve onu savuşturmak için ne yapabileceğimizi araştırmayı tercih ediyoruz. Bu tehlikeyi görmezden gelmek onu büyütmek anlamına gelecektir.

Alman saldırganlığının sadece kurtuluş umutlarımıza değil tüm insanlığın gelişimine karşı bir tehdit, hem de şu anda gerçekleşmekte olan bir tehdit olduğunun farkındayız. Tam da bu yüzden biz anarşistler, anti-militaristler, savaş karşıtları, barışın ve halkların kardeşliğinin tutkulu destekçileri olarak direnişin tarafındayız ve bu yüzden kendi kaderimizi, halkın geri kalanından ayrı tutmamak zorundayız. Bu halkın savunmayı kendi ellerine alıp üstlenmesini tercih ettiğimiz gerçeğini vurgulamayı gerekli görmüyoruz. Bu gerçekleşmediğine göre, değiştirilemeyecek olana katlanmaktan başka çare yoktu. Ve savaşanlarla birlikte iddiamız şudur: Alman halkı hak ve adalet gibi aklı başında kavramlara geri dönmedikçe, Pan-Alman siyasi egemenlik projelerinin bir aracı olarak daha fazla hizmet etmeyi reddetmedikçe, barış söz konusu olamaz. Şüphesiz, savaşa rağmen, cinayetlere rağmen enternasyonalist olduğumuzu, halkların birliğini ve sınırların ortadan kalkmasını istediğimizi unutmuyoruz. Ancak, Alman halkı da dahil olmak üzere halkların uzlaşmasını istediğimiz için, kurtuluşa dair tüm umutlarımızın yok edilmesini temsil eden bir saldırgana karşı direnmeleri gerektiğini düşünüyoruz.

Kırk beş yıldır Avrupa’yı koskocaman bir kamp haline getiren bir parti kendi şartlarını hala dikte etmekteyken barıştan söz etmek, yapabileceğimiz en büyük hata olacaktır. Direnmek ve planlarını yıkmak, aklı başında olan Alman halkının önünü açmak ve ona bu partiden kurtulma imkânı vermek demektir. Alman yoldaşlarımız bunun her iki taraf için de avantajlı olacak tek sonuç olduğunu ve onlarla işbirliği yapmaya hazır olduğumuzu bilsinler.

28 Şubat 1916

İmzacılar:
Pyotr Kropotkin
Christian Cornelissen
Henri Fuss
Jean Grave
Jacques Guérin
A. Laisant
F. Le Lève (Lorient)
Charles Malato
Jules Moineau (Liège)
A. Orfila
Hussein Dey (Cezayir)
M. Pierrot
Paul Reclus
Richard (Cezayir)
Tchikawa (Japonya)
W. Tcherkesoff

Çeviri: Anarsizm.org