Ücret Sistemi – 1889 – Peter Kropotkin

  Anarşizm, Peter Kropotkin

TEMSİLİ HÜKÜMET VE ÜCRETLER

Bizce kolektivistler, toplumun yeniden inşası planlarında çifte hata yapıyorlar. Sermayenin egemenliğinin ortadan kaldırılmasından bahsederken, öte yandan bu egemenliğin tam da temelini oluşturan iki kurumun muhafaza edilmesini arzuluyorlar: Temsili hükümeti ve ücret sistemini.

Temsili hükümet söz konusu olduğunda, ister İngiltere’de ya da Fransa’da, isterse Almanya’da, İsviçre’de ya da ABD’de olsun, tarihin bize bahşettiği bunca dersin ardından, (Kolektivistler arasında eksikliğinden söz edilemeyecek) zeki insanların nasıl olup da ulusal meclisleri ve belediye meclislerini savunmaya devam ettiklerini anlamamız mümkün değil. Parlamenter yönetim her yerde parçalanmakta olduğu gözlenirken, artık sadece uygulamaları değil bizzat ilkeleri her yönden eleştirilirken, kendilerine Devrimci Sosyalistler diyen zeki insanlar nasıl olur da zaten ölüme mahkûm olan bir sistemi muhafaza etmeyi amaçlayabilirler?

Temsili hükümet, orta sınıfın, kraliyet ailesi karşısında mevzi kazanmak, aynı zamanda da işçiler üzerindeki hâkimiyetini korumak ve kuvvetlendirmek amacıyla özenle hazırladığı bir sistemdir. Orta sınıf iktidarının karakteristik biçimidir. Ancak, bu sistemin en ateşli hayranları bile, bir parlamento ya da bir belediye organın gerçekten de bir ulusu ya da şehri temsil ettiğini asla ciddiyetle iddia etmemiştir; daha zeki olanları bunun imkânsız olduğunun farkındadır. Orta sınıf, parlamenter yönetimi destekleyerek, halka hürriyet tanımaksızın kendileri ile kraliyet ailesi ya da kendileri ile bölgesel [territorial] aristokrasi arasına set çekmeyi amaçlamıştır. Ayrıca, insanlar kendi çıkarları hakkında bilinçlendikçe, bu çıkarların çeşitliliği artıkça, sistemin işlemez hâle geldiği giderek açıklık kazanıyor. İşte bu nedenledir ki bütün ülkelerdeki demokratlar, çeşitli geçici çözümler ya da düzeltici çareler arıyor ama bulamıyorlar. Referandumu deniyorlar, işe yaramadığını görüyorlar; nispi temsil, azınlıkların temsili ve başka parlamenter ütopyalar hakkında gevezelik yapıyorlar. Sözün kısası, keşfedilmesi imkânsız olanı keşfetmeye, yani ulusun sonsuz çeşitlilik sergileyen çıkarlarını temsil edecek bir delegasyon [vekalet verme] yöntemi bulmaya çalışıp duruyorlar; ancak, yanlış yolda olduklarını ve delegasyon yoluyla hükümete itimat etme anlayışının ruhunu teslim etmek üzere olduğunu kabullenmek zorunda kalıyorlar.

Sosyal Demokratlar ile Kolektivistler, sözde ulusal temsili muhafaza etmeye kalkışan ve itimatlarını kaybetmeyen yegâne kesimler; işte bunu anlayamıyoruz.

Eğer Anarşist ilkelerimiz onlara uymuyorsa, eğer bu ilkelerin uygulanamaz olduğunu düşünüyorlarsa, o hâlde bizce en azından kapitalistlerin ya da toprak sahiplerinin olmadığı bir topluma uygun olabilecek başka ne gibi örgütlenme sistemleri olduğunu keşfetmeye çalışmalılar. Ancak, hâlihazırda çökmekte olan ve şimdiye kadar görülmüş en bozuk sistem olan orta sınıf sistemini alıp, bu sistemin (emredici vekillik [imperative mandate: seçilen vekillerin kendilerini seçenlerin kararlarına bağlı kalarak hareket etmeleri] ya da işe yaramadığı gösterilmiş Referandum gibi birkaç masum düzeltmeyle) Toplumsal Devrimi yaşamış bir toplum için iyi olduğunu ilan etmek, işte bu bize tamamen akıl almaz geliyor –eğer Toplumsal Devrim dediklerinde Devrim’den oldukça farklı bir şey; mevcut orta sınıf iktidarının bir tür beceriksizce yama yapılmış bir hâlini anlamıyorlarsa.

Aynısı ücret sistemi için de geçerlidir. Özel mülkiyetin ortadan kaldırıldığını ve üretim araçların ortaklaşa sahiplenildiğini ilan ettikten sonra, her ne biçimde olursa olsun ücret sisteminin muhafaza edilmesini nasıl onaylayabilirler? Ancak, emek banknotlarının etkinliğini överken Kolektivistlerin yaptıkları şey tam da budur.

Bu yüzyılın başlarında İngiliz Sosyalistlerinin emek banknotlarını icat etmek zorunda olmaları anlaşılabilir bir şeydir. Onlar yalnızca Sermaye ile Emeği uzlaştırmaya çalışıyordu. Kapitalistlerin mülklerinin zorla ele geçirilmesi fikrini tamamen reddediyorlardı. Devrimcilikleri o kadar sınırlıydı ki, kendi kooperatif toplumlarını destekledikten sonra imparatorluk yönetimi bile kabullenmeye hazır olduklarını açıklamışlardı. Esasında orta sınıftan insanlar olmayı sürdürdüler –hayırsever orta sınıf üyeleri; (Engels’in 1848 tarihli Komünist Manifesto’ya yazdığı önsözde söylediği gibi) dönemin Sosyalistleri orta sınıftan çıkarken, ileri işçilerinin Komünist olmasının sebebi budur.

Daha sonra Proudhon’un aynı fikri sahiplendiyse, bu da yine anlaşılması kolay bir şeydir. Tüm kalbiyle nefret ettiği ancak devlet karşısında bireyin varlığını güvence altına almak için gerekli olduğuna inandığı özel mülkiyeti savunmasına rağmen, Karşılıkçı sisteminde sermayeyi daha az saldırgan kılmaktan başka neyi amaçlıyordu ki? Dahası, (şöyle ya da böyle orta sınıfın parçası olan) ekonomistlerin emek banknotlarını kabul etmeleri de şaşırtıcı olmaz. İşçilere emek banknotlarıyla ya da üzerinde kralı/cumhuriyeti temsil eden tasvirlerin yer aldığı madeni parayla ödeme yapılması onlar açısında pek önemli değildir. Onlar, iktidarın yaklaşan çöküşünde, insanların yaşadıkları evler, topraklar, imalathaneler üzerindeki ya da en azından bu evler ve mamul malların üretimi için gereken sermaye üzerindeki özel mülkiyeti korumak istiyorlar. Bu mülkiyetin korunmasında, emek banknotları gayet iyi iş görecektir.

Eğer emek banknotları mücevherlerle ya da binek arabalarıyla değiştirilebilirse, bir evin mülk sahibi seve seve bunu kira olarak kabul edecektir. Kullanılan evler, tarlalar ve imalathaneler bireysel mülk sahiplerine ait olduğu müddetçe, onlara ait tarlalarda, imalathanelerde çalışmanıza ya da onların evlerinde kiracı olarak oturmanıza izin vermelerinden önce onlara bir şekilde ödeme yapmanız bir gereklilik olacaktır. Keza işçilere, her çeşitten meta ile değiştirilebilen altın, kâğıt para ya da emek banknotları biçiminde ücret ödenmesi de bir gereklilik olacaktır.

Ancak, evlerin, tarlaların, imalathanelerin artık özel mülkiyet olmayacağını, komüne ya da ulusa ait olacağını kabul edenler nasıl oluyor da bu yeni ücret biçimini, yani emek banknotunu onaylayabiliyorlar?

KOLEKTİVİST ÜCRET SİSTEMİ

Gelin İngiliz, Fransız, Alman ve İtalyan Kolektivistleri(*) tarafından açıklandığı hâliyle bu emeğin karşılığının belirlenmesi [remuneration] sistemini daha yakından inceleyelim.

Şuna oldukça yakın bir şeydir: Tarlalarda, fabrikalarda, okullarda, hastanelerde ya da başka yerlerde olsun, herkes çalışır. İş günü, toprakların, fabrikaların, iletişim araçlarının ve geriye kalan her şeyin sahibi olan devletçe düzenlenir. Günlük işini bitiren her işçi, söz gelimi üzerinde şu sözlerin basılı olduğu emek banknotu alır: Sekiz saatlik emek. Bu banknotla devlet dükkânlarında ya da çeşitli şirketlerde bulunan her tür malı edinebilir. Banknot, bir saat değerinde et, on dakika değerinde kibrit kutusu, yarım saat değerinde tütünün alınabilecek şekilde bölünebilirdir. Kolektivist Devrim’den sonra insanlar, “iki kuruşluk sabun” yerine “beş dakikalık sabun” diyecekler.

Çoğu Kolektivist, orta sınıf ekonomistlerin (ve keza Marx’ın) kalifiye (vasıflı) ve basit (vasıfsız) emek arasında yaptıkları ayrıma bağlı kalarak, vasıflı ya da profesyonel çalışmaya, basit çalışmaya ödenenin belli bir katı olacak şekilde daha fazla ödeme yapılması gerektiğini söyler. Dolayısıyla, doktorun bir saatlik çalışması hemşirenin iki-üç saatlik ya da amelenin üç saatlik çalışmasına denk görülmelidir. “Profesyonel ya da vasıflı emek, basit emeğin katı olacaktır” der Kolektivist Grönlund, çünkü bu tür emek daha uzun ya da daha kısa bir çıraklık dönemi gerektirir.

Diğer Kolektivistler, örneğin Fransız Marksistleri, bu ayrımı yapmazlar. Onlar “ücretlerin eşitliği”ni savunurlar. Doktora, okul öğretmenine ve profesöre (emek banknotları cinsinden) bir ameleyle eşit ödeme yapılacaktır. Hastanelerde harcanan sekiz saat, amelelikte, madende ya da fabrikada harcanan sekiz saatle aynı değerde olacaktır.

Bazıları bir ayrıcalık yaparlar: Kanalizasyonlarda olduğu gibi nahoş ya da sağlıksız işlerde çalışan emeğe, hoş olan işlerden daha fazla ödenmesi gerektiğini kabul ederler. Kanalizasyonlardaki bir saatlik bir hizmet, profesörün iki saatlik emeğine denk olabilir derler. Bazı Kolektivistlerin, meslek topluluklarının [trade society] emek karşılıklarının toptan belirlenmesini savunduklarını da ekleyelim. Yani, bir topluluk şöyle diyebilir: “Burada yüz ton çelik var. Bunu üretmek için topluluğumuzdan yüz işçi on gün boyunca çalıştı; bizim çalışma günümüz sekiz saat olduğuna göre, bu yüz ton çelik karşılığında sekiz bin emek saati yapar, yani her ton için sekiz saat.” Devletin her biri bir saatlik olan sekiz bin emek banknotunu onlara ödemesinin ardından, bu sekiz bin saatlik banknotlar dökümhanede çalışan kardeş işçiler arasında kendilerine göre en iyi olacak şekilde bölüştürülür.

Benzer şekilde, eğer sekiz bin ton kömürü çıkarmak için yüz madenci yirmi gün harcamışsa, o hâlde kömürün değeri ton başına iki saat olacaktır; madenciler sendikasının alacağı her biri bir saatlik on altı bin emek banknotu kendilerince adil görüldüğü şekilde aralarında bölüştürülür.

Eğer tartışmalar olursa; eğer madenciler protesto edip bir ton çeliğin maliyetinin sekiz değil altı saatlik emek olması gerektiğini ya da profesör kendi emeğinin hemşireninkinin iki katı değerde olması gerektiğini söylerse, o zaman Devlet devreye girmeli ve uyuşmazlıkları halletmelidir.

Kolektivistlerin Toplumsal Devrim’den ortaya çıkmasını arzu ettikleri örgütlenme birkaç kelimeyle işte böyle bir şeydir. Gördüğümüz üzere ilkeleri şunlardır: Emek araçlarının kolektif mülkiyeti & her işçinin emek karşılığının, çalışmasının üretkenliği hesaba katılarak, üretken çalışmada harcadığı zamana göre belirlenmesi. [Kolektivistlerin] siyasi sistemlerine gelince bu, iktidardaki insanların değiştirilmesi, emredici vekillik ve referandumla (yani halkın kararına sunulan sorunlar hakkında genel bir Evet-Hayır oylaması) iyileştirilmiş bir parlamenter yönetimdir.

Derhal belirtmeliyiz ki bu sistemin gerçekleştirilmesi bizce kesinlikle mümkün değildir.

Kolektivistler devrimci bir ilkeyi (özel mülkiyetin lağvedilmesini) ilan ederek işe başlarlar, ancak özel mülkiyetten kaynaklanan bir üretim ve tüketim örgütlenmesini sürdüreceklerini ilan eder etmez bu ilkeyi inkâr etmiş olurlar.

Devrimci bir ilkeyi ilan ederler, ancak bunun ister istemez yol açacağı sonuçları göz ardı ederler. Üretim aletleri (toprak, fabrikalar, iletişim araçları, sermaye) üzerindeki özel mülkiyetin lağvedilmesi olgusunun, toplumun yeni bir yönde ilerlemesine sebep olması gerektiğini; üretimi tepeden tırnağa (yalnızca yöntemlerini değil amaçlarını da) değiştirmesi gerektiğini; toprak, makineler ve geri kalan şeyler ortak mülk hâline gelir gelmez, bireyler arasındaki günlük ilişkilerin de tümüyle değiştirilmesi gerektiğini unuturlar.

“Özel mülkiyete hayır” derler, ardından hiç vakit kaybetmeksizin özel mülkiyetin her günkü biçimleriyle sürdürülmesi için koşuştururlar. “Üretken amaçlara göre siz bir komünsünüz” derler; “tarlalar, aletler, makineler, bugüne kadar üretilmiş olan her şey (mamul mallar, demiryolları, iskeleler, madenler) ortaklaşa hepinize aittir. Her birinizin bu kolektif mülk üzerindeki payınız konusunda en ufak bir ayrım dahi yapılmayacak.

Ancak, yarından itibaren, yeni makinelerin yapılmasında, yeni madenlerin kazılmasında her birinize düşecek payı dikkatlice tartışmalısınız. Yarından itibaren, yeni üretimden her birinizin hissesine düşecek bölümü tam olarak ölçüp biçmeye gayret etmelisiniz. Çalıştığınız dakikaları saymalısınız; komşunuzun çalışmasının bir saniyesi sizinkinden daha fazla satın almasın diye tetikte olmasınız.

Emek saatlerinizi ve dakikalarınız hesaplamalısınız; saat hiçbir şeyi ölçmediği için (çünkü bir fabrikada bir işçi dört tezgâhı aynı anda izleyebilirken, bir başka fabrikada ise yalnızca ikisini izleyebilir) sarf edilen kas kuvvetini, beyin enerjisini, sinir enerjisini ölçüp biçmelisiniz. Gelecekteki üretimden her birinizin payına düşene tam bir değer biçebilmeniz için çıraklık yıllarını titizlikle saymalısınız. Üstelik tüm bunlar, onun geçmişte aldığı payı tamamen hesabınızın dışında bıraktığınızı belirtmenizden sonra oluyor.

Bir toplumun birbirinin tamamen zıttı iki ilke, her adımda birbiriyle çelişen iki ilke temelinde örgütlenemeyeceği bizce açıktır. Kendisini böyle bir örgütlenmeye bırakan bir ulus, bir komün ya özel mülkiyete geri dönmeye ya da kendisini zaman geçirmeksizin komünist bir topluma dönüştürmeye zorlanacaktır.

EMEK KARŞILIĞININ EŞİTSİZ BELİRLENMESİ

Çoğu Kolektivist yazarın, Sosyalist toplumda emek karşılığının belirlenmesinin vasıflı ya da profesyonel emek ile basit emek arasındaki ayrıma dayanması gerektiğini talep ettiklerini söylemiştik. Bu yazarlar, bir mühendisin, mimarın ya da doktorun bir saatlik çalışmasının, bir demircinin, duvarcının ya da hemşirenin iki-üç saatlik çalışmasına denk sayılması gerektiğini öne sürüyorlar. Aynı ayrımın, mesleği uzun ya da kısa bir çıraklık dönemi gerektiren işçiler ile sadece gündelikçilik yapanlar arasında da yapılması gerektiğini söylüyorlar.

Tamam ama bu ayrımın yapılması, mevcut toplumumuzdaki tüm eşit(siz)likleri aynen sürdürmek demek olur. Bu, işçiler ile onları yönetme hakları olduğunu iddia edenler arasındaki ayrım çizgisini daha en baştan çizmek olur. Dahası, toplumu açıkça belirlenmiş iki sınıfa böler: Yukarıda bilgi sahibi aristokrasi, aşağıda elleri nasırlı demokrasi; birisi diğerinin hizmetine vakfedilmiş iki sınıf; birisi diğerini beslemek ve giydirmek için elleriyle ter dökerken, diğeriyse boş zamanını bu uğurda ter dökenlere nasıl tahakküm kuracağını öğrenerek geçiren iki sınıf.

Bu, orta sınıf toplumunun ayırt edici özelliklerini benimseyip bunları toplumsal bir devrimle tasdik etmek demektir. Bugün parçalanmakta olan toplumda kınanan bir suiistimali bir ilke hâline getirmek demektir.

Cevaben ne söyleneceğini gayet iyi biliyoruz. Bize, “Bilimsel Sosyalizm”den bahsedilecek. Ücretler cetveli için, bir mühendisin “emek kuvveti”nin topluma maliyetinin bir amelenin “emek kuvveti”nden daha yüksek olması için ortada iyi sebepler olduğunu kanıtlamak için orta sınıf ekonomistlerinden (keza Marx’dan) alıntılar sunulacaktır. Gerçekten de ekonomistler, eğer bir mühendise bir ameleden yirmi kat daha fazla ödeme yapılıyorsa, bunun sebebinin bir mühendis üretmenin maliyetinin bir ameleyi üretmek için gerekenden bir hayli fazla olması olduğunu ispatlamaya uğraşmadılar mı? Keza Marx, çeşitli el emeği türleri arasında bu tür bir ayrımın aynı ölçüde mantıksal bir zorunluluk olduğunu savunmadı mı? Başka bir sonuca ulaşamazdı, çünkü Ricardo’nun değer kuramını kabul etmiş ve ürünlerin, onları üretmek için toplumsal olarak gerekli olan çalışma miktarına orantılı olarak mübadele edileceklerinde ısrar etmişti.

Ancak bugün, bunun ne kadarına inanmamız gerektiğini de biliyoruz. Bir mühendise, bilim insanına ya da doktora bir işçiden on kat, yüz kat fazla ödeniyorsa; bir dokumacı, tarlada ter döken bir ameleden üç kat, kibrit yapan bir kızdan on kat fazla kazanıyorsa; bunun, kazandıklarının, üretimlerinin çeşitli maliyetlerine orantılı olmasından kaynaklanmadığını biliyoruz. Aksine, bu eğitimde ve sanayideki tekelin boyutuyla orantılıdır. Aynen bir imalatçının bir imalathaneden, bir soylunun doğumundan ve unvanından kâr elde etmesi gibi, bir mühendis, bilim insanı ya da doktor da kendilerine özgü sermayeden (dereceleri, diplomaları) kâr elde ederler.

Bir işveren mühendise işçiden yirmi kat fazla ödeme yaptığında şu çok basit hesabı yapar: Eğer mühendis üretim maliyetinde yıllık 4.000£ tasarruf yapmasını sağlayabilirse, ona bunu yapması için yılda 800£ ödeyecektir. Eğer bir ustabaşının işçilerini çok çalıştıracak kadar zeki olduğunu ve ona yılda 400£ tasarruf yaptıracağını anlarsa, ona hemen yıllık 80-90£ ödemeyi teklif eder. 1.000£ kazanacağını hesapladığı bir kimse için 100£ sarf eder: Kapitalist sistemin özü budur. Bu, çeşitli meslekler arasındaki farklarda aynı şekilde geçerlidir.

Öyleyse, emek kuvvetinin üretim maliyetinden söz etmenin; keyifli gençliğini Üniversite’de geçiren bir öğrencinin, on bir yaşından beridir hayatını bir maden kuyusunda tüketen bir madencinin oğlundan on kat daha fazla ücret alma hakkından bahsetmenin anlamı ne; ya da bir dokumacının, bir rençperden üç-dört kat fazla ücret alma hakkı olduğundan? Bir dokumacıyı yetiştirmek için gereken harcamalar, bir tarım işçisini yetiştirmek için gerekenin dört katı değildir. Dokumacının, şu anda endüstriyel gelişmenin olmadığı dünyanın geri kalanıyla karşılaştırıldığında endüstrinin Avrupa’daki avantajlı konumdan faydalandığı açıktır.

Bugüne kadar hiç kimse emek kuvvetinin gerçek üretim maliyetini hesaplamamıştır. Eğer boşta gezen birisinin topluma maliyeti dürüst bir işçiden daha yüksekse, her şey (işçiler arasındaki bebek ölümleri, aneminin tahribatı, erken ölümler) dikkate alındığında, sağlıklı bir gündelikçinin topluma maliyetinin bir zanaatkâr kadar yüksek olup olmadığı yine de bilinmemektedir. Örneğin bize, Londralı bir işçi kadının günlüğünün 1s. ve dantel yapmaktan gözleri körelen Auvergne’li bir köylü kadının günlüğünün 3d. olmasının, bu kadınların üretim maliyetlerini temsil ettiği mi söyleniyor? Onların sıklıkla daha azına da çalıştıklarını gayet iyi biliyoruz, ancak aynı zamanda onların bunu, (şahane toplumsal sistemiz sayesinde) bu gülünç ücretler olmadığında açlıktan ölecekleri için yaptıklarını da iyi biliyoruz.

Mevcut ücretler cetveli bizce vergilendirme, hükümet müdahalesi, tekel ve kapitalist açgözlülüğün (kısacası Devlet ile kapitalist sistemin) karmaşık bir ürünüdür. Bize göre ekonomistlerin ücretler cetveli hakkındaki hazırladıkları tüm kuramlar, olay olduktan sonra var olan adaletsizlikleri haklı göstermek için icat edilmiştir. Onları dikkate almak gereksizdir.

Ancak bize, Kolektivist ücret cetvelinin her halükârda bir iyileştirme anlamına geldiği söylenecektir. “Kabul etmelisiniz ki” denir bize, “normal ücretin iki ya da üç kat fazla ödeme yapılan bir grup işçinin olması, bir işçinin bir yılda kazanabileceğini bir günde ceplerine atan Rothschild’lar olmasından daha iyidir en azından. Bu eşitliğe atılmış bir adım olacaktır.”

Bize göre eşitlikten uzaklaşan bir adımdır. Sosyalist topluma sıradan emek-profesyonel emek ayrımını sokmak, (bugün basitçe boyun eğdiğimiz) bu durumun adil olmadığı yalın bir gerçek olarak ortadayken, Devrimin bunları tasdik edip bir ilke hâline getirilmesi demektir. Bu, 4 Ağustos 1789’da cafcaflı bir ifade tarzıyla feodal hakların lağvedip, ardından 8 Ağustos’ta ise soylulara iade edilmek üzere köylülere vergiler dayatmak suretiyle bu hakları bizzat onaylayan centilmenlerin tavrına uygun şekilde davranmak olur. Yine bu, önceden köylülere ait olan toprakların özel şahıslar tarafından alınıp satılmasını bir suiistimal olarak görülürken, serflerin özgürleşmesi sırasında toprakların bundan böyle soylulara ait olacağını ilan eden Rus hükümetinin tavrına benzer.

Daha iyi bilinen bir örneği ele alırsak, 1871 Komünü siperlerdeki Ulusal Muhafızlara günde 1s. 3d., Komün Konseyi üyelerine ise 12s. 3d. ödemeye karar verdiğinde, bazı kişiler bunu görkemli bir demokratik eşitlik fiili olarak alkışlamıştı. Ama aslında, Komün böyle davranarak hükümet görevlileri ile askerler, yöneticiler ile yönetilenler arasındaki o eski eşitsizliği tasdik etmekten başka bir şey yapmamıştı. Oportünist bir parlamento için böyle bir karar parlak görünmüş olabilir, ancak Komün açısından bu kendi ilkelerinin yadsınması demekti. Komün kendi devrimci ilkesine uymamış ve kendi kendini mahkûm etmişti.

Kabine Bakanlarına yılda bin öderken, bir işçininse yılda yüzden daha azıyla yetinmek zorunda kaldığını; bir ustabaşına normal bir işçinin iki-üç katı ödendiğini; işçiler arasında günlük 7s.-8s.’den başlayıp dikişçi bir kadının günlüğü olan 3d.’ye kadar değişen her türden derecelendirmeler olduğunu gördüğümüz toplumun bugünkü durumunda, hem bakanların yüksek maaşlarını, hem de zanaatkârların 8-şilini ile dikişçi kadınların 3-pensi arasındaki farkı da doğru bulmuyoruz. Diyoruz ki “Gelin doğumdan olduğu kadar eğitimden de kaynaklanan ayrıcalıklara artık son verelim.” Bizler tam da bu gibi ayrıcalıklardan tiksindiğimiz için Anarşistiz. O hâlde, bu ayrıcalıkları nasıl bir ilke mertebesine çıkarabiliriz? Arzulan eşit Topluma darbe indirmeksizin, eğitim ayrıcalıklarının eşit bir toplumun temeli olması gerektiğini nasıl öne sürebiliriz? Bugün boyun eğilen şeye eşitliğe dayanan bir toplumda artık boyun eğilmeyecek. Bir generalin bir askerden, zengin bir mühendisin bir işçiden, bir doktorun bir hemşireden üstün olması; zaten midemizi bulandırıyor. Eşitlik iddiasıyla yola çıkan bir toplumda bunlara katlanabilir miyiz?

Açıktır ki hayır. Eşitlik fikrinden esinlenen halkın vicdanı böyle bir adaletsizliğe isyan edecek, buna müsamaha göstermeyecektir. Böyle bir girişimde bulunmak için zahmete girmeye değmez.

İşte bu nedenle bazı Kolektivistler, Devrimin etkilerinden esinlenen bir toplumda ücretler cetvelinin muhafaza edilmesinin imkânsızlığını kavrayarak ücretlerde eşitliği şevkle savunuyor. Ancak, yeni zorluklar karşısında tökezliyor ve savundukları ücretlerin eşitliği, diğerlerinin ücretler cetveli kadar gerçekleştirilemez bir Ütopya hâline geliyor. Tüm toplumsal refahı ele geçiren ve (geçmişte bu refahın yaratılmasındaki payları ne olursa olsun) herkesin bu refah üzerinde hakkı olduğunu açıkça ilan eden bir toplum, ister para isterse emek banknotları biçiminde olsun her türlü ücret fikrinden vazgeçmeye mecburdur.

EŞİT ÜCRETLER vs KOMÜNİZM

Kolektivistler “herkese yaptığına göre” ya da topluma sunduğu hizmetin payı ölçüsünde derler. Bu, Devrim’in tüm emek araçlarını ve üretim için gerekli olan her şeyi ortak mülkiyet altına almasından sonra, ekonomik örgütlenmenin temeli olarak tavsiye ettikleri ilkedir!

İyi de Toplumsal Devrim bu ilkeyi ilan edecek kadar bahtsızsa eğer, bu beşeri ilerlemenin akışını kesmek, geçtiğimiz yüzyılların omuzlarımıza yüklediği devasa toplumsal sorunun çözümsüz bırakılması demek olacaktır.

Daha çok çalıştıkça insana daha az ücretin ödendiği bizimki gibi bir toplumda, bu ilke ilk bakışta adalete tamamıyla uygun bir amaç olarak gözükebilir. Ancak, aslında geçmiş adaletsizliğin kutsanmasından başka bir şey değildir. Ücret sistemi bu ilkeyle başlamıştı; feci eşitsizlikleriyle ve bütün iğrençlikleriyle bu sistemle bugün geldiğimiz yer ortada. Buraya geldik, çünkü toplumun hizmetleri para ya da başka türden ücretler cinsinden değerlendirmeye başladığı günden itibaren, herkesin çalışması karşılığında kendisine ödenen kadarına sahip olabileceğinin söylendiği günden itibaren, Kapitalizmin (ve ona yardım ve yataklık eden Devletin) bütün tarihi önceden yazılmış kadar olur; özü bu ilkenin içinde saklıdır.

O hâlde, hareket noktamıza geri dönüp aynı kapitalist evrim sürecinden bir kere daha mı geçmeliyiz? Bu teorisyenler bu tür bir şeyi arzuluyor gibi gözüküyorlar; ancak ne mutlu ki bu mümkün değil; Devrim ya Komünizan olacaktır ya da kana boğulacak ve sil baştan başlamak gerekecektir.

Topluma verilen hizmetlere (ister fabrika ya da tarlada sarf edilen emek olsun, isterse ahlaki bir hizmet olsun) para birimleriyle değer biçilemez. Gerek uygunsuz bir şekilde “değişim değeri”, gerekse kullanım değeri anlamında bu hizmetin değerinin kati bir ölçüsü olamaz. Yıllardır topluluk için günde beş saat boyunca, kendileri için eş derecede hoş olan farklı mesleklerde çalışan iki birey görürsek, tüm bunlar hesaba katıldığında bu ikisinin emeklerinin kabaca birbirine eşit olduğunu söyleyebiliriz. Ancak yaptıkları iş, birisinin bir günlük, bir saatlik ya da bir dakikalık ürününün değerinin, diğerinin bir dakikalık ya da bir saatlik ürününe eşit olmasını sağlayacak şekilde parçalara ayrılamaz.

Genelde, bütün yaşamı boyunca günde on saatlik boş zamanından fedakârlık eden bir insanın, günde beş saatten fedakârlık eden ya da boş zamanından hiç mahrum kalmayan bir kişiye göre topluma çok daha fazla şey verdiğini söyleyebiliriz. Ancak, bir kişinin herhangi bir iki saatlik zaman diliminde yaptığını dikkate alıp, bunun başka bir kişinin bir saatlik çalışmasının ürününün tam iki katı değerde olduğunu söyleyip, her ikisini orantılı bir şekilde ödüllendiremeyiz. Böyle davranmak, sanayide, tarımda, toplumun tüm yaşantısındaki karmaşık şeyleri göz ardı etmek olur; yani tüm bireysel çalışmanın, toplumun geçmişteki ve şu anki emeklerinden oluşan bir bütünün sonucu olduğunu göz ardı etmek demek olur. Bu, Çelik Çağı’nda yaşarken insanın kendisini Taş Devri’nde sanması olur.

Bir kömür madenine gidip, asansör kafesini aşağı indirip yukarı çıkaran devasa makinenin başında duran adama bir bakın. Makinenin hareketini durduran ya da tersine çeviren bir kolu tutar. Kolu aşağı çevirir, saniyeler içinde kafes baş döndürücü bir hızla maden kuyusu boyunca yukarı ya da aşağı doğru hareket eder. Gözleri, kabinin tam olarak nereye ulaştığını gösteren göstergeye dikkatle sabitlenmiştir; kola olabildiğince nazikçe dokunmasıyla birlikte kafes tam gereken yerde, ne aşağı ne de yukarı hareket etmeden öylece sabit bir şekilde asılı kalır. Dolu vagonların boşaltılmasının ya da boş olanlar doldurulmasının hemen ardından, kola tekrar dokunulmasıyla birlikte kafes maden kuyusu boyunca aşağı ya da yukarı tekrar ilerlemeye başlar.

Yani sekiz, on saat boyunca ilgisini [bu işe] yoğunlaştırır. Bir anlığına dalacak olsa, kabin uçarcasına yukarı çıkıp tekerlekleri tuz buz edecek, ipi koparacak, insanları ezecek ve madenin bütün işleri tamamen duracaktır. Kolu her değiştirdiğinde üç saniye oyalansa, tüm modern yeniliklere sahip bir madende üretim günde yirmi ila elli ton arasında azalacaktır.

Bu durumda madende en büyük hizmeti yapan bu adam mıdır? Yoksa aşağıda kafesin dolduğunu işaret etmek için çanı çalan çocuk mu? Yoksa madenin derinliklerinde her an hayatını riske atan ve bir gün grizu gazıyla hayatını kaybedecek olan madenci mi? Yoksa hesaplamalarında basit bir toplama hatası yapmış olsaydı, kömür madeni damarını ıska geçip insanları çıplak kayayı kazmaya gönderecek olan mühendis mi? Yoksa son olarak, babasından kalan mirasın tamamını buraya yatıran ve belki de tüm önceki beklentilerin aksine “Kazın burayı, mükemmel kömür bulacaksınız” diyen [maden] sahibi mi?

Madende çalışan işçilerin hepsi kuvvetleri, enerjileri, bilgileri, zekâları ve yetenekleri ölçüsünde kömürün çıkarılmasına katkıda bulunur. Daha zorunlu ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra, hepsinin de yaşama, ihtiyaçlarını karşılama ve hatta heveslerini tatmin etme hakkının olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, her birinin yaptığına nasıl tam olarak değer biçebiliriz?

Dahası, çıkardıkları kömür tamamen kendi çalışmalarının sonucu mudur? Madene gelen demiryolunu, istasyondan çeşitli yönlere ayrılan yolları inşa eden insanların çalışmasının da bir sonucu değil mi bu? Madencilere gıda sağlayan tarlaları ekip biçen, demiri eriten, ormanda ağaç kesen, kömür kullanan makineleri yapan ve benzeri insanların çalışmalarına ne demeli?

Birinin çalışmasıyla bir başkasının çalışması arasına kesin bir çizgi çekilemez. Çalışmalarını, sonuçlara bakarak değerlendirmek saçmalıktır. Küçük parçalara bölmek ve emek saatleri cinsinden ölçmek de saçmalıktır. Geriye tek yol kalıyor: Baştan hiç ölçmeyip bunun yerine üretken emeğe katılan herkesin her şeyden önce yaşama, ardından da yaşamın konforlarından faydalanma hakkı olduğunu kabul etmek.

İnsan faaliyetinin herhangi bir dalını ele alın, bir bütün olarak varoluşumuzu ele alın ve hangimizin yaptıkları karşılığında en fazla ödülü hak ettiğini söyleyin bakalım?

Hastalığı tahmin eden doktor mu, yoksa hijyene önem vererek hastalığın iyileşmesini sağlayan hemşire mi? İlk buhar makinesinin mucidi mi, yoksa eskiden buharın pistona gitmesini sağlayan vanayı açmakta kullanılan ipi çekip durmaktan bıkıp, bir gün tuttuğu ipi makinenin koluna bağlayıp (böylece de tüm modern makineler için temel olan bir mekanizmayı -otomatik vanayı- icat ettiğinin farkına bile varmaksızın) arkadaşlarıyla oynamaya giden oğlan çocuğu mu? Lokomotifin mucidi mi, yoksa rayların altına döşenerek trenlerin hattan çıkmasını engellemekte kullanılan taşların esneklikten yoksun olmasından ötürü bunların yerine tahta traversler kullanılması öneren Newcastle’lı işçi mi? Lokomotif makinisti mi, yoksa treni durduran ya da geçmesine izin veren sinyalci mi? Atlantik’i aşan kablo hattını kime borçluyuz? Bilgili elektrik tesisatçıları imkânsız derken, kablonun telgrafları ileteceğinde ısrar eden mühendise mi? Yoksa kalın kabloların kullanılmamasını, bunların yerini bir bastondan daha kalın olmayan kabloların almasını tavsiye eden bilim insanı Maury’e mi? Ya da nereli olduklarını kimsenin bilmediği, gecelerini gündüzlerini Great Eastern’ın güvertesinde geçiren, kablonun her metresini büyük bir dikkatle inceleyen ve denizcilik şirketlerinin hisse sahiplerinin, kabloların yalıtım katlarının yararsız olmasına sebep olacak şekilde çaktırdıkları çivileri sökmekle uğraşan gönüllülere mi?

Daha da geniş bir alanda, neşesiyle, hüznüyle ve türlü olaylarıyla insan yaşamının uçsuz bucaksız arazisinde; her birimizin yaşamında kendisine çok büyük, çok önemli bir hizmette bulunan, öyle ki buna para cinsiden değer biçmemiz istenseydi bunu öfkeyle karşılayacağımız bir kimseden bahsedemez miyiz? Bu hizmet bir söz olabilir, ama yerinde söylenmiş bir söz olabilir ya da aylar, yıllar süren bir kendini adanmışlığı ifade edebilir. Bunları, tüm hizmetlerden daha değerli olan bu hizmetleri emek banknotları cinsinden ölçecek misiniz? “Herkesin yaptığı”! İyi de eğer insanlar kendilerine para, “banknotlar” ya da medeni ödüller olarak geri verilenden çok daha fazlasını vermemiş olsaydılar, insan toplumları art arda iki kuşak kadar bile yaşayamazlardı, elli yıl içinden yok olup giderlerdi. Eğer anne hayatını çocuğunu korumaya adamamış olsaydı, eğer insanlar maliyetini hesap etmeksizin bir şeyler vermemiş olsaydı, eğer insan oğulları ile kızları karşılık beklemeksizin bir şey vermeseydi, ırkımızın soyunun tükenmesi demek olurdu bu.

Eğer orta sınıf toplumu iflas ediyorsa, eğer geçmişin kurumlarına karşı balta ve meşale kullanmaktan başka yolumuzun kalmadığı çıkmaz bir sokaktaysak bugün, bunun tek sebebi çok fazla hesap yapmamızdır. Alabileceğimizi vermeye sürüklenmeye izin vermemizden ötürüdür; toplumumuzu verecek ve alacak hesabına dayanan ticari bir şirkete çevirmeyi arzulamamızdan ötürüdür.

Üstelik Kolektivistler bunu biliyorlar. Eğer mantıksal olarak “Herkese yaptığına göre” ilkesi uygulamaya geçirilirse toplumun var olmayacağını belli belirsiz bir şekilde kavrıyorlar. Bireyin (geçici heveslerinden bahsetmiyoruz) ihtiyaçlarının her zaman yaptıklarına denk düşmeyeceğinden şüphe duyuyorlar. Bundan dolayı, Da Paepe bize şöyle der:

“Bu ziyadesiyle bireyci olan ilke, (bakım ve beslenmeleri dahil olmak üzere) çocuk ve genç insanların eğitimi amacıyla toplumsal müdahaleyle; hasta ve zayıflara yardımcı olmak, yaşlı işçilere sığınma yerleri sağlamak ve benzeri amaçlarla toplumsal örgütlenmelerce yumuşatılacaktır.”

Kırkındaki, üç çocuk babası bir erkeğin yirmisindeki bir gençten daha fazla ihtiyaçları olacağını Kolektivistler bile tahmin ediyorlar. Bebeğini emziren ve uykusuz geceler geçiren bir kadının, rahat bir uyku çeken bir erkek kadar çalışamayacağını tahmin ediyorlar.

Toplum için çok çalışması yüzünden yıpranan bir erkek ya da kadının, genel olarak çalışma saatlerini sakince geçiren ve Devlet istatistikçilerinin ayrıcalıklı bürolarında “banknotlar”ını cebe indirenler kadar fazla “iş” [deeds] yapamayacağını anlıyor gibi gözüküyorlar.

İlkelerini yumuşatmakta aceleci davranıyorlar. Oh, şüphesiz ki derler, toplum çocuklarını besleyecek ve yetiştirecektir. Oh, şüphesiz ki yaşlı ve zayıf olanlara yardım edecektir. Oh, şüphesiz ki işler ilkesini yumuşatmak için toplumun kendi kendisine dayatacağı maliyetin ölçüsü işler değil ihtiyaçlar olacaktır.

Ne hayırseverlik? Evet, eski dostlarım, Devletin örgütlediği bir “Hıristiyan Hayırseverliği”.

Sokak çocukları için olan hastaneleri iyileştirin, yaşlılık ve hastalığa karşı sigorta geliştirin, işler ilkesi “yumuşatılmış” olacaktır. “İyileştirebilecekleri bir yara”; daha fazlasını yapamazlar.

Böylece Komünizme tövbe ettikten sonra, “Herkese ihtiyacına göre” formülünün kolaylığına dudak büktükten sonra, bu büyük ekonomistlerin bir şeyi unuttuklarının farkında oldukları açık değil mi; yani üreticilerin ihtiyaçlarını? Derhal bu ihtiyaçları da kabul etmek için acele ederler. Bunları tahmin etmek sadece Devlet’e kalır, ihtiyaçların [yapılan] işlerle orantısız olduğunu ortaya çıkarmak sadece Devlet’e kalır.

Değerce aşağı olduğunu kabul etmeye razı olanlara sadaka verecek olan yalnızca Devlet’tir. Buradan Yoksullar Yasası ve Çalışma Evleri sadece bir taş atımı mesafededir.

Karşısında isyan ettiğimiz toplumun bu üvey annesi bile bireyci ilkeyi yumuşatmayı gerekli bulduğu için sadece bir taş atımı mesafede. Komünizan anlamda da ödünler vermek zorundadır, yine aynı hayırseverlik biçiminde.

Keza dükkânlarının yağma edilmesini önlemek için yarım penilik akşam yemekleri dağıtır. Bulaşıcı hastalıkların tahribatını engellemek için genellikle oldukça kötü ancak kimi zaman da çok iyi olan hastaneler inşa da eder. Keza emek saatleri haricinde bir şey için ödeme yapmadıktan sonra, en ağır sıkıntılara maruz bıraktığı kişilerin çocuklarını da alır. Yine ihtiyaçları da hesaba katar –bir hayırseverlik olarak.

Yoksulluk, yoksulların mevcudiyeti, zenginliklerin ilk nedenidir. İlk kapitalistleri yaratan şey buydu. Çünkü insanların üzerinde konuşmaya bayıldıkları artık değerin biriktirilmeye başlamasından önce, açlıktan ölmek yerine emek kuvvetlerini satmaya rıza gösteren, yoksulluğa mahkûm biçarelerin olması gerekiyordu. Zengini ortaya çıkaran yoksulluktur. Orta Çağ’ın sonuyla birlikte yoksulluk bu kadar dev adımlarla ilerlediyse, bunun başlıca nedeni işgal ve savaşlar, Devletler’in yaratılması ve otoritelerinin gelişmesi, Doğu’daki sömürüyle kazanılan zenginliğin ve benzer mizaca sahip birçok diğer nedenin bir zamanlar kır ve kent toplulukları arasında var olan bağları koparması ve onların (bir zamanlar uyguladıkları dayanışma [ilkesi] yerine) ücret sistemi ilkesini benimsemelerine yol açmış olmasıdır. Devrim’in sonucu bu ilke mi olacaktır? Aç kalanların, eziyet görenlerin ve ezilenlerin çok değer verdiği o ismi, Toplumsal Devrim’in ismini böyle bir ilkenin zaferiyle onurlandırmaya cüret edebilir miyiz?

Böyle olamaz. Çünkü eski kurumların proletaryanın baltası önünde paramparça olduğu günde şöyle haykıran sesler duyulacak: Herkese ekmek! Herkese barınak! Herkese yaşamın konforlarından faydalanma hakkı!

Bu sesler dikkate alınacaktır. İnsanlar kendilerine şöyle diyecekler: Gelin yaşama susamışlığımızı tatmin edelim, hiç bilmediğimiz hürriyetin zevkini sürelim. Herkes mutluluğun tadına baktığında, işe koyulacağız; orta sınıf yönetiminin son izlerini, muhasebe defteri ahlakını, alacak-verecek felsefesini, benim-senin kurumlarını yıkma işine. Proudhon’un dediği gibi “Yıkarken inşa edeceğiz”; Komünizm ve Anarşizm adına inşa edeceğiz.

(*) Kendilerini Kolektivist olarak adlandırmaya devam eden İspanyol Anarşistleri bu terimden emek araçlarının ortaklaşa sahiplenilmesini ve “her grubun emeklerinin ürününü uygun gördüğü şekilde paylaşma hürriyeti”ni (Komünist ilkeler temelinde ya da başka bir şekilde) anlarlar.

Çeviri: AnarşistBakış
Kaynak: “The Wage System”, Peter Kropotkin, Zabalaza Books.