Lev Tolstoy: Devlet Üzerine (1908)

  Anarşizm

Hayatımın sonuna geldim. Ölüyorum ve ölmeden önce söylemek istediğim, sadece bir istek değil bu, huzur içinde ölebilmem için bunu size söylemem gerek sevgili halkım, değerli kardeşlerim: Sizi neyin mahvettiğini, sadece ilişkilerinizi ve ruhunuzu değil, çocuklarınızı da neyin mahvettiğini anlatmalıyım.

Öğretilerim hakkında konuşacak değilim şimdi. Onları başka yerlerde defalarca anlattım. Bunları izlememenizin ortaya çıkardığı sonuçlardan bahsedeceğim sadece. Sırf bunları izlemiyorsunuz diye çektiğiniz korkunç acılardan sizin ve çocuğunuzun doğru yoldan ayrılmasından bahsedeceğim.

Bu yolu izlememenizin sonucu olarak devlet düzeni denilen şeyin içinde yaşıyorsunuz. Devlet düzeni, insanların bağlılığından fazlası değildir. Bu düzende insanlar, farkında olmaksızın acı çekerler, mahvolurlar, ruhlarını kaybederler, kötüyü iyi, iyiyi ise kötü bellerler.

Peki, nedir bu devlet? Belki de size saldıran ve sizi zorla esir alan bir çeşit fatih, cani veya vahşidir. Öyle olmalıdır, çünkü onun size yaptığı şeyleri yalnızca bir düşman yapabilir. Oysa düşman dışarıda değildir, düşman içinizdedir. Bu düşman, dolandırmaktan zevk alan küçük bir grup yozlaşmış insanın lehine hepinize işkence eden, sizi soyan devlet aygıtıdır.

Belki de devletsiz yaşamak imkansızdır diyorsunuz. Oysa sizi buna onlar ikna ediyorlar. “Devlet olmazsa, güç olmazsa, size karşı işlenen tüm o soygun ve şiddet eylemleri olmazsa durmaksızın birbirinizi soyacak ve katledeceksiniz.” Görünen o ki, siz de bu sözlere inanıyorsunuz ve sessiz sakin soyulmaya izin veriyorsunuz; hatta kendinizin soyulmasına doğrudan izin vermediğiniz durumlarda bile, sizler kendi kendinizi soyuyor ve elinize geçenleri onlara, yani kendi kendinizi soyup elinize geçenleri kendilerine vermeniz gerektiğine sizi ikna edenlere, veriyorsunuz.

Zihninizde her şey o kadar berbat bir halde ki, her şeyi tersinden görüyorsunuz. Gümrükten mal kaçıran veya gümrük vergisi vermeden evden satış yapan ya da geçinmek için ağaya ayrılmış topraklara yerleşen tüm o insanlar suçlu olarak sayılıyor ve yakalanıp yargılanıp hapsediliyorlar. Kimsenin aklına bu suçluların aslında malların sınır dışına çıkarılmasına veya vodkadan ya da şekerden vergi alınmasına engel olduğu gelmez. Bu suçlular kazandıkları her şeyi ellerinde tutmak isteyenler değildir, hatta ellerindekini paylaşırlar; bunlar toprak yararına çalışmak isteyenler değildir, hatta toprakta çalışmayan ve başkasının da çalışmasına izin vermeyenlerdir. En önemlisi, suçlular, kendileri üzerinde yalnızca Tanrı’nın hükmü olduğunun farkına vararak insanları özgürlüklerinden mahrum etmektedirler ve insanların kendi üzerlerinde hüküm sürmesine karşı çıkmaktadırlar. Hakim karşısına çıkmak veya askere gitmek istememektedirler; insanları öldürmek ve onlara işkence etmek istememektedirler.

Sağlıklı ve güçlü bir insanın çok büyük bir kafa karışıklığı yaşayabileceği söylenir; öyle ki, güçsüz olduğuna ve bedeninin hiçbir uzvunu kımıldatamayacağına inanmaya başlar. Buna gerçekten de inanır ve çöker ve başkalarının ona istediklerini yapmasına izin verir. Sizinkiyle, bizimkiyle, tüm bu insanlarınkiyle aynı durum değil midir bu? Sadece güçsüz olduğunuza değil, aynı zamanda kendinizi ve çocuklarınızı dövmeniz, işkence etmeniz, itibarsızlaştırmanız ve yozlaştırmanız gerektiğine inandırılmışsınız. Ne için? Ne için kendinizi, çocuklarınızı, bedenlerinizi ve ruhlarınızı mahvediyorsunuz?

İşte bu yüzden devlet, hükümet ve otorite var; ve onlara itaatsizlik edemezsiniz, durum daima böyle olmuştur.

Ama ilk olarak, daima böyle olmuş olması ki, aslında daima böyle de değildir, uzun bir süredir durum böyledir, bunun böyle olması gerektiğini ispatlamaz. Çok ama çok uzun bir süre boyunca insanlar kırsal yaşamdan bir şey ve seyahat etmek için yürümekten veya hayvanları kullanmaktan başka bir yol bilmediler; henüz sözcükler bile yazılmamış ve de basılmamıştı. Ancak durum sonsuza kadar böyle kalmadı.

İkinci olarak bir hükümetin ne demek olduğunu ve bize hükmeden güçlerin ne olduğunu anlamak gerekmektedir. Hükümet, otorite sahiplerinden meydana gelir. Bu otorite sahibi insanlara hayatlarımızı teslim ederiz. Necidir bu özel insanlar? En iyisi veya en güçlüsü müdür? Hiçbiri değildir. Bu insanlar gücü miras yoluyla veya Napolyon ya da Catherine gibi vicdansız bir sapkınlıkla veya kurnazlıkla ahlaksız ve düzenbaz bir biçimde kendilerini seçtirerek ele geçirirler.

İşte otorite sahibi olanlar bunlardır. Tüm güçleri, bizlerin onları desteklememizden gelmektedir. Kendi küçük çıkarlarımız için onları destekliyor, kanun adı verilen suçlarına iştirak ediyor ve böylece onlara güç bahşediyoruz. Ve bu küçük çıkarlar için hem kendimizi hem de başkalarının yaşamlarını ve ruhlarını mahvediyoruz.

Aklımızı başımıza almanın, uyanmanın vakti geldi! Vakti geldi çünkü insanların, yani bizlerin, çektiği acılar ve en önemlisi de yozlaşmamız büyüdükçe büyüyor ve korkunç sınırlara ulaşmış durumda. Adına imparator denilen bir cani veya adına bakan denilen bir alçak en değersiz, önemsiz, boş, bencil, adi amaçları için başka devletlerin küçük uluslarını kendi devletine bağlama fikriyle ortaya çıkacak ve savaş çıkarak, böylece yüzbinlerce insan kardeşini öldürecek ve çarpışmalarda ölecek.

Devlet otoritelerine ihtiyaç duyulabileceği, onların tolere edilebileceği, insanların hükümetlere itaat deliliğini görmelerine rağmen akıllarını başlarına alamadığı ve geleneğin ataletinden kurtulamadığı dönemler olduğunu fark etme; ama aynı zamanda, artık kendi yaşamları ve ruhlarıyla birlikte çocuklarının yaşamlarını ve ruhlarını bile bile mahvetmeye devam edemeyecek mantıklı insanların zamanının geldiğini de anlama zamanıdır.

İnsanların akıllarını başlarına alma zamanı geldi; ve hiçbir uzvunu oynatamayacağına inanmış hipnotize olmuş insanların sakince ayağa kalkmasının, çevresine bakınmasının ve her canlının özünde olan biçimiyle yaşamaya başlamasının zamanı geldi. Tüm insanların, özellikle de Hristiyan dünyasının kendilerini hapsettiklerini, işkence ettiklerini ve yok ettiklerini anlamalarının ve de buna son vermesinin zamanı gelmiştir.

Hiç olmazsa sağduyunun ve de en önemlisi ahlakın gereğine ve yararına aykırı şeyleri yapmayı durdurun. Her şeyden evvel kendilerine otorite diyenlere itaat etmeyi bırakın; vergi vermeyi kesin; gümrüğe uymaya son verin ve mümkünse mal kaçırın; mahkemeleri ve polisleri tanımayın ve onların taleplerini yerine getirme zorunluluğunu kabul etmeyin; en önemlisi de hükümetlerin herhangi bir şiddet eylemine katılmayı bırakın.

“Vergi istiyorsunuz, ama vermiyorum; gelip alabilirsiniz, ama ben vermiyorum. Kendimi bir suçlu olarak görmüyorum, sizleri soyguncu ve suçlu olarak görüyorum. Malları gümrükten geçirmemi istiyorsunuz, ama ben malları kaçırıyorum ve biliyorum ki kabahatli olan ben değilim, sizsiniz. Aynısı mahkemeler ve askeriye için de geçerli. Ne jüriye ne seçime ne askere giderim. En önemlisi de, sadece bekçiye, polise, vergi memuruna veya hükümetin herhangi bir hizmetine gitmemekle kalmıyor, aynı zamanda hükümete dahil olmuş olan herkesi tıpkı katillerin suçlu sayıldığı gibi suçlu sayıyorum.”

“Hükümeti yok edersek birbirimizi boğazlayacağımızı söylüyorsunuz. Fakat bunu ne kadar söylediğinizin bir önemi yok, size inanamam, inanamam çünkü komşumu doğramak için içimde ufacık bir arzu duymayan biriyim, tüm komşularım ve dostlarım da böyledir. Böyle bir arzuyu yalnızca sizde görüyorum ve sadece bir arzu değil bu, aynı zamanda bir görev sizin için. İmparatorlar, krallar, bakanlar, generaller, zenginler ve yöneticiler gibi çok az sayıda insanın yağma ve cinayet arzusu duyduğundan ve yaptıklarının da tam olarak bu olduğundan yola çıkarak tüm ulusun aynı şeyi istediği ve  gördüğü eziyetin bitmesinin ardından derhal kendisinin eziyet etmeye başlayacağı sonucuna varamam. Böyle bir şeye tanıklık etmiyorum. Tek tanıklık ettiğim, hükümetin, tanrılara kurban verme gibi eskiden olan ve hala yok edilememiş bir batıl inanç gibi, kaba ve eski bir batıl inancın kalıntısı olduğudur.

“Pekala, -diyecekler- ama eğer durum buysa, bu aşikar zararına rağmen neden hükümetler ayakta kalıyor ve insanlar onu yok edemiyor? Bunun sebebi ne?”

Bunun iki sebebi vardır.

Birincisi, hükümeti halihazırda yok etmeyi isteyen ve bunu hem denemiş hem de şu an deniyor olan insanlar, bunu hükümetin kendilerini iktidarda tutmak için kullandığı araçların aynısını kullanarak gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Hükümeti yok etmeye çalışmıyorlar, hükümetin bir biçimini yok etmeye çalışıyorlar; onun yerine bir başkasını koyarak, insanların şu an canını yakan aynı şiddeti kullanarak, aynı şekilde insanları aldatarak bunu yapmaya çalışıyorlar. Hükümetin bir biçiminin yok edilmesiyle beraber, başka biçimiyle eziyet edecekler.

Sebeplerden biri budur; diğer sebep ise yozlaşmadır, özellikle dini yozlaşmadır ki, bunu da halkın başına saran hükümettir. Böylece insanlar zamanımız için eşsiz olan dini dünya görüşüne inanmıyorlar ki, buna göre tüm insanlar kardeştir ve yaşamın amacı sevgi ile birliği artırmak ve kin, nefret, eşitsizlik ve her şeyden de öte şiddet gibi ayırıcı şeylere izin vermemektir. İnsanlar bu öğretiye inanmaya başlar başlamaz (aslında insanlar buna inanırlar, ama buna uygun yaşamaktan çekinirler), insanlar bu öğretiye inandıkları zaman veya hiç olmazsa bununla çelişen şeyleri bir köşeye attıkları zaman, derhal tıpkı hipnotize olmuş insan gibi ayağa kalkacak ve tüm insanlığın bilincine uygun bir biçimde hakiki insan olarak yaşamaya başlayacaktır.

Nihayetinde, tek bir şeye ihtiyaç vardır: Neyin aldatmaca olduğunu anlamak ve hayatlarımızı mahveden bu şiddete katılmamak, bu şiddetin içinde yer almamak ve bu şiddete aynı şiddetle karşı çıkmamak. Peki ya vergiler? Tıpkı zorla parayı almaya çalışan bir hırsıza vermeyeceğim gibi, vergiyi de vermem. Gelip zorla alabilirsiniz, ama emin olun ki sizler otorite değilsiniz, hükümet değilsiniz, sadece soyguncularsınız. Aynısını gümrükte, mahkemede, orduya katılmakta, şiddet hükümeti kurulması için seçimlere katılma teklifinde de yapın. Önce onlarca, yüzlerce ve sonra binlerce ve on binlerce insan bunu yaptığında yaşamlarımızı saran korku sona erecek.

Uyanın kardeşlerim, zamanı geldi!

Peki her bir bireye ve ulusa ve devlet denilen şeye ne olacak? Halk için artık vergiler, gümrük vergileri, toprak ağalığı, işçinin elinden toprağın alınması söz konusu olmayacak, çünkü mahkemeler, hapishaneler, idamlar olmayacak, insanların öldürmeye ve öldürülmeye gittiği ve yabancıların gelip sizi öldürüp yaşam alanınızı yok ettiği savaşlar olmayacak. Kimileri, “Daha kötü olacak!” diyecek. Bırakın desinler. Daha kötü ne olacak? Daha kötüsünü hayal edemiyorum ben. Hayal edebileceğim en kötü şey devrimlerin karanlık zamanlarında olanlardır. Oysa o zamanlarda bile korku kol geziyordu, çünkü durumu iyileştirmenin tek yolu olarak şiddet görülüyordu. Bu nedenle şiddete katılmayı reddeden halkın başına daha kötü ne geleceğini ne ben hayal edebiliyorum ne de bir başkası edebilir.

Bireye ne olacak peki? En kötü senaryoda, en inanılmaz olanda, vergi vermeyi reddeden, devletlerin sınırlarını tanımayan, mahkemeye uymayı ve askeri görevini yerine getirmeyi reddeden birey yalnız kalacaktır, vergiler ondan zorla alınacaktır, genel itibariyle hükümetin taleplerine boyun eğmediği için cezalandırılacaktır. Devlet işlerine katılmayı reddetmesi durumunda yalnız kalan bu bireyin yaşayacağı zorluklar ve tehlikeler, demek isterdim ki, bu mahrumiyetler meşru bir yaşam sürerken yaşadığı mahrumiyetlerden daha az olacaktır. Böyle demek isterdim, ama doğru olmazdı bu. Demek isterdim ki, vergi ödememenin, hükümetin taleplerine uymamanın ve hele ki herkesin değil fakat sorumlu olanların askerlik görevini yerine getirmemenin cezalandırılma riski meşru bir yaşam süren insanların çektiği sıkıntılardan az olacaktır. Ama tekrar ediyorum, doğru olmazdı bu, ama yanlış da olmazdı, çünkü hem ruhani hem de dünyevi inayet yalnızca çabalayarak elde edilir; manevi ve ahlaki olarak ruh için sofu bir biçimde yaşama arzusuyla. Bu olmaksızın birey bir köledir, bu sebeple de asla kendi içinde taşıdığı kölelikten kurtulmayacaktır.

İnsanların inayeti ve hakikatin yerine getirilmesi fedakarlık ve kendini inkar etmeden gerçekleştirilemez. Fedakarlık ve kendini inkar etmek, sadece bedeni için değil ruhu için de yaşayan dindar insana özgüdür.

Size ısrarla tavsiye ettiğim şey şudur: Ruhlarımızı, en yakınlarımızın ve çocuklarımızın ruhlarını yok ettiğimiz şeytandan kurtulun. Konuşarak ve hesaplaşarak başarılamaz bu, yalnızca insanlara ve en önemlisi de onu ortaya koyan kişiye inayet veren ruhani bir çaba ve fedakarlıkla başarılabilir.

İnsanlık için en aşağılayıcı olan esarete boyun eğen veya kurtulmak istediğimiz vahşetin aynısını sergileyen insanlar bir birey olmak, makul ve iyi bir yaşam sürmek istiyorlar. Oysa burada bir yanlış anlaşılma söz konusudur. Bir insanın kendi kendisini köleleştirmesini sağlayan aldatmacayı anlamaması, buna dahil olması veya üzerindeki baskının kaynağının hayvani içgüdülerini izleyip şiddete şiddetle karşılık vermesi sonucu oluşan şiddet olduğunu fark etmemesi anlaşılabilir bir durumdur. Oysa bir insanın dahil olduğu aldatmacanın farkında olması anlaşılmaz ve affedilmez bir şeydir; aslında tüm o kötülüğü kendi başına hoş görmekle bitmez iş, bu aldatmaca yüzünden kardeşleri de acı çeker, katıldığı bu düzende hem kendisine hem de kardeşlerine zarar verir, emeğinin ürünlerini kendisinden çalar, bunu da doğrudan eyleme geçerek veya zımni olarak gerçekleştirir; katılmasının talep edildiği idare, mahkeme ve ordu tüm gaddarlığın kaynağıdır ve bir insanın tüm bunların bilincinde olup kendisini adadığı bu şeylerin onun felaketi olan şiddet olduğunu biliyor olması kabul edilemez.

Evet, evet, dinsel törenlerdeki batıl inanışlar, ekmek ve şarap görünümünde etin yenip kanın içiliyor olması ve kefaret gibi şeyler rasyonel bir insan için korkunç ve hatta neredeyse akıl almazdır; ancak bundan daha şaşırtıcı olan şey, hükümetin şiddetine boyun eğmeye dair batıl inancın veya şiddeti yok etmek için şiddete başvuranların olmasıdır; yani devrimcilerin!

Yoksunluk, sefalet, tehlike korkunçtur, fakat yönetime dahil olmayı reddedenlerden çok daha fazla risk altında olan devrimciler de öyledir. Onlar değil midir ki günümüzde insanları neredeyse hükümet kadar tehlikeye atanlar? Devrimciler ve bombalar durumu neredeyse eşitledi; en azından bu işe yarıyorlar ve git gide daha da eşit bir hal alıyor şansları. Öyleyse, otoriteye itaat etmeyi seçen biri, tanrıyı ve kendi vicdanını berbat insanlara tercih etmiştir; bunu da ya ahmaklığından ya da yalanı hakikate veya caniliği asalete yeğlediğinden yapmıştır. Devrimciler gibi şiddeti tercih eden biri de ya barbarlığı insanlığa ya nefreti sevgiye ya da yalanı hakikate yeğlediğinden bunu yapmıştır.

Bunlar elbette ki tahminlerden ibarettir. İnsanı yalnızca fedakarlık insan yapar. Devlet itikatının öyle taraftarları vardır ki, bu batıl inançları uğruna kendilerini feda ederler; öte yandan buna benzer şekilde devrimciler vardır; ve bu insanlar arasında makul ve kibar insanlar, Hristiyanlar, olabilir ve de olmalıdır.

Öyleyse, onlardan biri olun, hakiki inayeti bulacak ve bunu insanlara sunacaksınız.

Lev Tolstoy, Vakit Geldi (1908)

Çeviri: Ümid Gurbanov

Çevirmenin notu:

“Lev Tolstoy‘un bir dönem sekreterliğini de yapmış olan ve Tolstoy ile ilgili çeşitli anı ve biyografi eserlerinin yazarı Nikolai Gusev (H. H. Гусев), 1 Ekim 1908‘de günlüğüne şöyle yazmıştır:

“N. A. Morozov ile yoldaşlarının yaklaşık 30 yıldır hapishanede gördüğü zulüm Lev Nikolayeviç’in zihnini tekrar meşgul etmeye başladı ve devlet mefhumunun çok büyük kötülüklere sebep vermesi meselesini gün yüzüne çıkardı. Dünkü durmaksızın bu meseleyi yazdı (bir kısmını bana dikte ettirdi) ve ortaya devlet karşıtı 17 sayfalık bir makale çıktı.”

Söz konusu bu makale, “Vakit Geldi” (Время пришло) adını taşımaktadır ve yukarıda tarafımca tercüme edilmiş halini görmektesiniz.

Gusev’in anılarında belirttiği bu makale ilk defa “Birlik” (Единение) adlı bir dergide 1917 yılında yayımlanmıştır ve sonrasında çeşitli mecralarda tekrar kullanılmıştır. Gusev’in aktardığına göre makaleye bu adı veren V. G. Chertkov‘dur (В. Г. Чертковы) ki, kendisi Tolstoy eserlerinin editörü ve de önde gelen Tolstoyanlardan biridir.

Makalenin adının sonradan verilmesinden de anlaşılacağı üzere, aslında bu tamamlanmış bir makale değildir. Tolstoy bu makaleyi kaleme almış dikte ettirmiş ama son tahlilde sadece bir taslak metin olarak bırakmıştır. Yine de makalenin ilk birkaç paragrafını seslendirmiş ve kayıt altına aldırmıştır. Ancak belirtmem gerekiyor ki ses kaydının son kısmında söyledikleri yazılı makale ile anlam olarak benzese de birebir aynılık içermemektedir, bunun sebebi de daha önce belirttiğim gibi, bu yazının taslak niteliğinde olmasıdır.

Tolstoy bu makaleyi yazdıktan yaklaşık iki yıl sonra yaşamını yitirmiştir. Yaşamı boyunca barışsever olan, şiddete karşı bile şiddetle karşı vermenin yanlış olduğunu ifade eden Tolstoy, bu makalesinde özellikle “devlet” kavramına neredeyse var gücüyle saldırarak, devletin eylemlerinin suç olduğunu, devletin yasalarına uymamanın ise hak olduğunu iddia ediyor. Buna rağmen, örgütlü bir devrimin de yanlış olduğunu belirterek ne olursa olsun şiddetten kaçınmanın en doğru olan olduğunu söylüyor.

Devlet karşıtı bu makalenin Tolstoy’a ait herhangi bir kitapta daha önce Türkçeye çevrilip çevrilmediğini bilmiyorum, ben karşılaşmadım, ama Tolstoy ile ilgili her kitabı da okumadığım için çevrilmişse de görmemiş olma ihtimalim vardır.

Dolayısıyla oldukça önemli gördüğüm bu makaleyi çevirmenin gerekli olduğunu düşündüm. Üstelik makalenin yanı sıra, Tolstoy bu yazının ilk birkaç paragrafını da seslendirmiş, onu da çevirdim ve Tolstoy’a ait kimi görüntülerle harmanladım.”