Otorite nedir? Fiziki ve toplumsal dünyadaki fenomenin gerekli bağlantı ve silsilesinde kendilerini ifade eden doğal yasaların kaçınılmaz gücü müdür? Aslında, bu yasalara karşı ayaklanmak yalnızca yasak değildir –hatta imkansızdır. Onları yanlış anlayabiliriz veya hiç bilmeyebiliriz, ancak onlara uymamazlık edemeyiz; çünkü onlar bizim varoluşumuzun temelini ve asli koşullarını meydana getirirler; bizleri çepeçevre kuşatırlar, içimize işlerler, tüm hareketlerimizi, düşüncelerimizi ve eylemlerimizi düzenlerler; onlara itaat etmediğimizi düşündüğümüzde bile, ancak onların sınırsız güçlerini göstermiş oluruz.
Evet, bizler kesinlikle bu yasaların köleleriyiz. Ancak bu kölelikte küçük düşürülmek yoktur, daha doğrusu bu kölelik değildir. Çünkü kölelik dışsal bir efendi, komuta ettiğinin dışında olan bir yasa koyucuyu gerektirirken, bu yasalar bizim dışımızda değildirler; bunlar bizim doğamızda bulunurlar; bizim varlığımızı, fiziksel, entelektüel, ve ahlaki açılardan tüm varlığımızı meydana getirirler; bizler yalnızca bu yasalar sayesinde yaşar, nefes alır, düşünür, arzularız. Bunlar olmadan biz bir hiçiz, yokuzdur. Öyleyse onlara isyan etme gücünü ve arzusunu nereden alıyoruz?
İnsanın doğal yasalarla olan ilişkisinde tek bir hürriyet insan için olasıdır –insanlığın kolektif ve bireysel kurtuluşu amacına uygun bir şekilde bunların farkına varılması ve giderek genişleyen bir ölçekte uygulanması. Bu yasalar bir kere kabullenildiklerinde, insan kitlesi tarafından asla tartışma konusu edilemeyecek bir otorite icra ederler. Örneğin, bir kimsenin iki kere iki dört eder yasasına isyan etmesi için ya tamamen bir aptal veya bir teolog veya en azından metafizikçi, hukukçu veya burjuva iktisatçısı olması gerekir. Bir kimsenin ateşin yakmayacağını veya suyun boğmayacağını tasavvur etmesi için itikata sahip olması gerekir –aslında başka bir doğal yasaya bağlanmakla elde edilen bir takım hilelere yönelmesi haricinde. Ancak bu isyanlar, veya imkansız bir isyana yönelik bu aptalca girişimler veya hayaller kesinlikle birer istisnadırlar: çünkü, genelde insan kitlesinin günlük yaşantısında sağduyunun yönetimini –yani, genel olarak kabul edilen genel yasaların toplamını– neredeyse tamamen kayıtsız şartsız kabul ettiği söylenebilir.
Buradaki büyük talihsizlik bilim tarafından zaten oluşturulmuş çok sayıdaki doğal yasanın kitleler tarafından bilinmemesidir –bildiğimiz gibi sadece ve sadece insanların iyiliği için varolan himayeci hükümetlerin uyanıklığı sayesinde. Burada bir başka güçlük daha bulunmaktadır –yani, insan toplumunun gelişiminin bağlantılı olduğu doğal yasaların büyük bir kısmının, fiziki dünyayı yöneten yasalar kadar gerekli, değişmez, hayati olduğunun bilimin kendisi tarafından tam hakkıyla oluşturulmamış ve fark edilmemiş olması.
Bunlar bir kere bilim tarafından fark edildiği, ve ardından da yaygın halk eğitim ve öğretim sistemi kullanılarak bilimden herkesin bilincine geçirildiği zaman, hürriyet sorunu tamamiyle çözülecektir. O zaman en inatçı otoriteler bile, kitlelere dışsal ve dolayısıyla da despotik bir yasalar sistemi dayatmaları gerçeğinden hareketle, daima kitlelerinin hürriyetine karşı eş derecede tahripkar ve düşman olan üç şeye, yani siyasi örgüte, yönelime [yönetime] ve yasamaya (ister hükümdarın iradesinden isterse genel oy kullanımıyla seçilmiş parlamentodaki oylamadan çıkmış olsun, ve hatta doğal yasalar sistemine uymak zorunda olsalar bile –ki bu asla olmamıştır ve asla da olmayacaktır) ihtiyaç olmadığını kabul etmek zorunda kalacaklar.
İnsanın hürriyeti yalnızca şundan meydana gelir: o doğal yasalara uyar, çünkü o bunların onların böyle olduklarını fark etmişti; çünkü bunlar kendisine dışsal (ilahi veya insani, kolektif veya bireysel, her ne olursa olsun) bir irade tarafından dışardan dayatılmamışlardır.
Bilimin en şöhretli temsilcilerinden oluşan bilgili bir akademiyi düşünün; bu akademinin toplumun yasamasından ve örgütlenmesinden sorumlu kılındığını, yalnızca gerçeğe yönelik saf bir aşkla esinlendiğini, sadece ve sadece bilimin en son keşifleriyle tamamen uyum içinde olan yasalar hazırladığını düşünün. Ben böyle bir yasamanın ve örgütlenmenin bir canavarlık olacağını düşünüyorum, ve bunun da iki sebebi vardır: birincisi, sosyal bilim her zaman ve zorunlu olarak eksiktir, ve keşfedilmeyi bekleyenlerle keşfedilenler karşılaştırılırsa hala beşiğinde sallandığını söyleyebiliriz. Yani eğer insanların pratik –kolektif olduğu kadar bireysel– yaşamlarını, bilimin en son verileriyle sıkı sıkıya ve tamamen uyumlu olmaya zorlarsak, bireyleri olduğu gibi toplumu da Procrustes’in [yatağa uyması için misafirlerinin boylarını çekip uzatan veya kesip kısaltan mitolojik tanrı] yatağında şehit olmaya mahkum ederiz; ki bu da çok geçmeden onları yerlerinden etmekle ve nefessiz bırakmakla sonuçlanacak, yaşam bilimden sonsuz büyük bir şey olarak kalacaktır.
İkinci sebep de şudur: –akademiden çıkan– bu yasamanın rasyonel karakterini anladığı için değil de (bu durumda akademinin varlığı faydasız olacaktır), kavramaksızın saygı beslediği bilim adına dayatıldığı için bilim akademisinden çıkan bu yasamaya itaat etmek zorunda olan toplum; böyle bir toplum insanlardan değil vahşilerden oluşan bir toplum olacaktır. Bu, Cizvit hükümetine çok uzun bir süre boyun eğen Paraguay’daki misyonların ikinci bir baskısı olacaktır. Kesinlikle ve kısa sürede ahmaklığın en aşağı seviyesine gerileyecektir.
Ancak böyle bir hükümeti imkansız kılan bir üçüncü sebep daha vardır –yani, bağımsızlıkla, söz gelimi mutlak bir bağımsızlıkla donatılmış bu bilim akademisi, en şerefli insanlardan oluşsa bile, hiç sektirmeksizin ve kısa zaman içerisinde kendi ahlaki ve entelektüel yozlaşmasına yol açacaktır. Bugün bile, kendilerine oldukça az ayrıcalıklar tanınmasına rağmen, tüm akademilerin tarihi aynen böyledir. En büyük bilimsel deha bile, resmi olarak lisans verilmiş bir alim, bir akademisyen olduğu andan itibaren kaçınılmaz bir şekilde tembelliğin kucağına düşer. Kendiliğindenliğini, devrimci cüretini; ve hiç durmaksızın eski yalpalayan dünyaların tahrip edilmesi ve yenisinin temellerinin atılması çağrısında bulunan en büyük dehaların [sahip olduğu] zahmetli ve acımasız enerji niteliğini kaybeder. Hiç şüphesiz ki nezaket, faydacı ve pratiksel bilgelik kazanır, kaybettiği şey ise düşünme gücüdür. Sözün özü, yozlaşır.
İnsan aklını ve kalbini öldürmek, her türden ayrıcalığa ve ayrıcalıklı konuma has bir özelliktir. İster pratik açıdan isterse ekonomik açıdan olsun, ayrıcalıklı bir insan akıldan ve kalpten yoksun bir insandır. Bu, hiçbir istisnası olmayan toplumsal bir yasadır, ve bütün uluslar, sınıflar, birlikler ve bireyler için geçerlidir. Hürriyetin ve insanlığın en birincil koşulu eşitlik yasasıdır. Bu bilimsel incelemenin ana amacı, bu gerçeği toplumsal yaşamın tüm gerçekleşimlerinde göstermektir.
Toplumun yönetilmesi için bugüne kadar güvenilen bilimsel organ nihayetinde kendisini bilime değil, oldukça farklı başka bir uğraşa adar; ve bu uğraş –aynen kurulu tüm güçler için olduğu gibi, toplumu giderek daha aptalca bir şekilde kendi korumasına bağlı kılarak, sonucunda da kendi yönetim ve yönelendirmesine daha da gereksinim duyar hale getirerek, kendini sonsuz ebedileştirmek olacaktır.
Ancak bilim akademileri için doğru olan şey tüm seçilmiş meclisler ve yasama meclisleri için de doğrudur –hatta genel oy kullanımı ile seçilenler bile. Bu son durumda, [meclislerdeki] kompozisyon yenilenebilir, bu doğrudur; ancak, bu, birkaç yıl içerisinde, kendisini tamamen ülkenin kamusal işlerinin yönlendirilmesine adayan, yasal olarak olmasa da fiilen ayrıcalık sahibi olan bir siyasetçiler kitlesinin, en sonunda da bir tür siyasi aristokrasinin veya oligarşinin ortaya çıkmasını engellemez. Amerika Birleşik Devletleri’ne ve İsviçre’ye bakınız.
Sonuç olarak, dışsal yasamaya hayır, otoriteye hayır –bunlar birbirlerinden ayırt edilemezler; her ikisi de toplumu hizmetkarlığa ve yasa yapıcılarını itibarsızlığa yönlendirirler.
Buradan benim otoriteyi reddettiğim mi çıkmaktadır? Böyle bir düşünce benden çok uzaktır. Çizmeler konusunda, çizmecinin otoritesine başvururum; evler, kanallar, veya demiryolları söz konusu olduğunda, mimara veya mühendise danışırım. Bunun gibi özel bir bilgi için, benzer bilgili kişilere giderim. Ancak ne çizmecinin ne mimarın ne de bilgili kişinin otoritesini bana dayatmasına izin vermem. Tartışılmaz eleştiri ve kınama hakkımı daima elimde tutarak, onları özgürce, ve zekaları, nitelikleri, bilgileri sayesinde hak ettikleri tüm saygımla dinlerim. Herhangi özel bir alandaki tek bir otoriteye danışmakla kendimi kısıtlamam; birçoğuna danışırım; onların görüşlerini karşılaştırırım, ve bana en doğru gözükeni seçerim. Ancak, özel sorunlar söz konusu olduğunda bile, yanılmaz bir otoritenin varlığını kabul etmem; sonuçta, bu veya şu bireyin dürüstlüğü ve samimiyetine ne kadar saygı duyarsam duyayım, hiçbir kimseye karşı mutlak bir itimata sahip değilimdir. Böylesi bir itimat benim aklım, benim hürriyetim, ve hatta benim üstlendiğim görevlerin başarısı açısından ölümcül olur; beni derhal aptal bir köleye, başkalarının arzu ve çıkarlarının bir aracına dönüştürür.
Uzmanların otoritesi önünde eğiliyorsam, –belli bir ölçüde ve bence gerekli gözüktüğü müddetçe– onların söylediklerini ve hatta talimatlarını takip etmeye hazır olduğumu açıkça söylüyorsam, bunun sebebi onların otoritesinin bana hiç kimse tarafından, ne bir insan ne de Tanrı tarafından dayatılmamış olmasıdır. Aksi takdirde, onları dehşetle reddeder; onların danışmanlığını, talimatlarını, ve hizmetlerini şeytana havale eder; bana sundukları yalanlar yığını içine sarmalanmış gerçek kalıntıları için, özgürlüğümden ve kendime olan saygımdan kaybettiklerim için onlardan hesap sorardım.
Bir uzmanın önünde eğilirim, çünkü bunu bana kendi aklım dayatmaktadır. İnsan bilgisinin herhangi büyük bir kısmını, herhangi pozitif bir gelişmeyi tüm ayrıntılarıyla kavramadaki kifayetsizliğimin farkındayım. En büyük zeka, bütünün kavranması demek değildir. Bundan, sanayide olduğu kadar bilimde de emeğin işbölümünün ve birliğinin gerekli olduğu ortaya çıkar. Alırım ve veririm –insan yaşamı böyledir. Sırasıyla her birimiz yönlendirir ve yönlendirilir. Bu nedenle ortada sabit ve kalıcı bir otorite yoktur; karşılıklı, geçici, ve her şeyden önce de gönüllü olan bir otorite ve boyun eğmenin [subordination, alta sıralanma] sürekli karşılıklı değiştirilmesi söz konusudur.
Bu aynı sebep, benim sabit, kalıcı ve evrensel bir otoriteyi kabul etmemi yasaklar, çünkü ayrıntıların zenginliğini –ki bu olmaksızın bilimin yaşama uygulanması imkansız olurdu, bütün bilimleri, toplumsal yaşamın bütün yönlerini kavramaya hiçbir evrensel insan, hiçbir insan kifayetli değildir. Ve eğer böylesi bir evrensellik tek bir insanda gerçekleşmiş olsaydı, ve o da bunu kendi otoritesini diğerlerine dayatmak için kullanmış olsaydı, bu insanı toplumun dışına atmak gerekecekti, çünkü onun otoritesi kaçınılmaz bir şekilde tüm diğerlerini köleliğe ve embesilliğe indirgeyecekti. Toplumun, bugüne kadar yaptığı gibi dahi insanlara kötü davranması gerekeceğini düşünmüyorum: ancak onları çok fazla teslimiyet göstermesi gerektiğini de, onlara herhangi bir şekilde bir ayrıcalık veya münhasır [özel] haklar tahsis etmesi gerektiğini de düşünmüyorum; bunun üç sebebi vardır: birincisi, bu sıklıkla bir şarlatanı dahi bir kimseyle karıştıracaktır; ikincisi, bu, böyle bir ayrıcalıklar sisteminde, gerçek bir dahiyi bile bir şarlatana dönüştürebilir, onu ahlaksızlaştırabilir, ve hatta onu alçaltabilir; ve son olarak, bu, kendisi üstünde bir efendi meydana getirecektir.
Çeviri : Anarşist Bakış
Kaynak: “What Is Authority?”, Mikhail Bakunin, 1871.